11 Mart 2013 Pazartesi

Arda Kural: 5 Vakit Namaz Kılıp Kur'an'ı Hatmettim



Arda Kural: 5 Vakit Namaz Kılıp Kur'an'ı Hatmettim

Geçirdiği ruhsal rahatsızlıktan dolayı ruh hastanesinde tedavi gören ve günlerce hakkında delirdi diye bahsedilen Arda Kuralkonuştu.

TEDAVİSİ SONRASINDA İLK DEFA KONUŞTU

Tedavisi tamamlandıktan sonra ilk defa konuşanArda Kural, geçmişini ve yaşadıklarını Hürriyet'ten İzzet Çapa'ya anlattı.

BABAMIN BIRAKIP GİTMESİ HAYATIMIN DÖNÜM NOKTASI OLDU

Kural, babasının ailesini bırakıp gitmesinin hayatının dönüm noktası olduğunu ve o andan sonra kendisini ibadete verip 6 sene boyunca 5 vakit namaz kılıp Yaratıcısına kulluk ettiğini ve bu süre zarfında Kur'an-ı Kerim'i 2 sefer hatmettiğini söyledi.

İŞTE ARDA KURAL RÖPORTAJINDAKİ DİKKAT ÇEKEN O KISIMLAR

Yaklaşık 6 yıllık bir dönem kendimi ibadete adadım.
 
Baba baskısıyla mı?

Baskı değil ama etkilenmiş olabilirim. Önceleri bana uzak gelen babamın yaşam tarzı ve ibadet, benim için bir kurtuluş olabilir diye düşündüm. Beş vakit namaz kıldım. Kuran-ı Kerim'i iki kez okudum. Kuran bana göre insanın kullanma kılavuzudur.
 
Burayı biraz açar mısın?
 
- Sana şöyle bir örnek vereyim. Nasıl çamaşır makinesinin kullanma klavuzu varsa Kuran da insanın kendini kullanma kılavuzu ve yol göstericisidir. Etrafımdaki birçok insan Kuran'ı Arapça okuyor, "Anlayabildiniz mi?" dediğimde "Evet" diyorlar ama manasını bilmiyorlar. Zaten Kuran-ı Kerim kelime manasıyla soylu, asil ve cömert olmanın kitabı demektir.

6 Mart 2013 Çarşamba

FİLİSTİNLİ ÇOCUK.....







Müslüm Gürses Bilinmeyen Şarkısında Ölümü Anlatıyor




Geçtiğimiz günlerde vefat ederek asıl hayat olan ahiret alemine geçen Müslüm Gürses'e Cenab-ı Hakk'tan rahmet dileyerek yazımı yazmaya başlıyorum...
 
Müslüm Gürses; ismi arabeskle, isyanla, sitem ve efkarla özdeşleşmiş insan. 
 
Hemen hemen kulağa gelen her arabesk müzik sesiyle akla gelen ilk isim.. Seslendirdiği şarkılar kendisini dinleyen insanlar üzerinde hayattan bıkkınlık, ümitsizlik en önemlisi de Allah’a ve kadere isyan eden bir ruh hali, düşünce yapısı oluşturduğu için bu tarzından dolayı bazı zamanlar oldukça eleştirilen bir isim..  
 
Yapılan eleştiriler ne kadar haklıdır ne kadar haksızdır orasını Allah bilir ama, arkasında alkol şişeleriyle, sigara dumanlarıyla dolu klipler, elleri jiletlerle kesilmiş konser resimleri bırakan bir Müslüm Gürses göç etti ahiret alemine..
 
Şarkılarındaki bazı kısımlar Allah’a ve kadere isyan bildiren sözler olduğu için sosyal medyada Müslüm Gürses’in ölümüne sevinen Müslüm-anları görür olduk... Annesi babası Müslüman olan ve inşaallah Müslümanolarak ölen insanın arkasından, onun Allah’a ve kadere isyan eden şarkılarını ifşa ederek, paylaşarak ölmüş bir insanın kötü yanlarını göstermeye çalışan Müslüm-an gördük… Ona yapılan Allah rahmet eylesin paylaşımlarına tepki gösteren Müslüm-anları gördük maalesef..
 
Yıllar öncesinde sıkı bir arabesk müzik dinleyicisiydim, bir çok arabesk sanatçını dinlemiştim. Müslüm Gürses’in de bir çok şarkısını dinlemiştim. Fakat nasıl olmuşta bir tane şarkısını dinlememişim, o dinlemediğim şarkısını dün tevafuken bir sosyal paylaşım sitesinde gördüm ve şarkı ismi çok dikktimi çekince hemen açıp dinledim.
 
Bu güne kadar hiç duymadığım bir Müslüm Gürses şarkısı..
 
Belki de milyonlarca insanın bilmediği, arabesk radyo kanallarında, Gürses hayranlarının evlerinde, arabalarında bile çok sık çalmayan, pek bilinmeyen bir şarkı; ‘’Tövbe etmek ne güzel’’
 
Dün akşam Müslüm Gürses’in 1995 yılında çıkardığı ‘’Bir Avuç Gözyaşı’’ albümünde yer alan, ‘’Tövbe etmek ne güzel’’ şarkısını dinleyince Müslüm Gürses’in sadece Allah’a isyan bildiren şarkılar söylemediğini aksine Allah’ı, ahireti ve ölümü çok mükemmel bir şekilde anlatan bir insan olduğunu İLK DEFA çok net bir şekilde gördüm.. Sesi güzel olan bir insan ve bu güzel sözlerle dolu olan şarkıyı da söyleyince gerçekten tat alınıyor Müslüm Gürses’ten.. Eminim sizinde zihninizdeki Müslüm Gürses algısı ‘’Tövbe etmek ne güzel’’ şarkısını dinleyince çok değişecektir..
 
İşte Allah’a ve kadere isyan bildiren şarkılar söylüyor dediğimiz Müslüm Gürses’in hiç bilinmeyen ‘’Tövbe etmek ne güzel’’ şarkısının anlam ve ümit dolu sözleri…
 
Bundan sonraki yorum siz yazıyı okuyanlara ait.. 
 
Vesselam
 
TÖVBE ETMEK NE GÜZEL
 
Artık günahları bırakmalıyız, 
ZAMAN VARKEN TÖVBE ETMEK NE GÜZEL
Bu dünyadan sonra ahiret için , 
ALLAH'A İBADET ETMEK NE GÜZEL
 
BİTMEYEN BİR HAYAT BİZİ BEKLİYOR
Canım ne isterse Rabbim veriyor, 
Öyle yaratmışki sözler yetmiyor, 
CENNET BAHÇESİNE GİRMEK NE GÜZEL
 
Ne güzel, ne güzel, tövbe etmek ne güzel. 
 
Kabir melekleri gelecek bir gün , 
BELKİ GÜLECEĞİM BELKİDE ÜZGÜN
İnşallah defterim olursa düzgün , 
SIRAT KÖPRÜSÜNDEN GEÇMEK NE GÜZEL
 
Ne güzel, ne güzel, tövbe etmek ne güzel...

 

Sizce engelleri olan kim?





3 Mart 2013 Pazar

İsrail Kudüs'ü Yıkıyor Dünya Bakıyor


İsrail Kudüs'ü Yıkıyor Dünya Bakıyor

İsrail yönetimi, Mescid-i Aksa yakınlarındaki bazı tarihi binaları yıkıyor. Binaların yerine, sinagog ve polis merkezi inşa edileceği tahmin ediliyor.
Yıkım çalışmalarına tepki gösteren El-Aksa Vakıf ve Kültür Mirası Kurumu'ndan yapılan yazılı açıklamada da, ''İşgal güçleri, ikinci gününde Mescid'i Aksa'nın 50 metre uzağındaki Burak duvarının kuzeyindeki tarihi kemer ve binaları yıkmaya devam ediyor'' ifadeleri yer aldı.

Yıkımın tamamlanmak üzere olduğunun ifade edildiği açıklamada, İsrail'in içerisinde sinagog, karşılama salonu, polis merkezi, müze ve hamamların bulunduğu çok yönlü bir kompleks bina etmeyi planladığını ileri sürüldü.

 Arap sokaklarına İbranice isimler vermişlerdi

Tel Aviv yönetimi'ne bağlı Kudüs Belediyesi, 2012 yılında yerleşim kurumlarının işbirliğiyle Arap sokaklarına İbranice isimler verilmesi, sinagog inşa edilmesi ve Ağlama (Burak) Duvarı yakınlarındaki binaların restorasyonuna izin vermişti.

Sokak Konuşuyor: 4 Halife, 4 Büyük Takım?


Yazıkkkk......................


Abdülhamid, Ermeniler ve Ermeni meselesiyle ilgili neler anlattı?


PDFYazdıre-Posta
abdulhamithan.jpg 1893’te ABD Büyükelçisi Terrell’i kabul eden Sultan Abdülhamid, Saray’daki Ermeniler ve Ermeni meselesiyle ilgili düşüncelerini aktarmış. 1897’de yayımlanan görüşme, hariçteki ‘kışkırtmayı’ yansıtıyor.

Yine bir ekim günü tüm dünyanın gözü kulağı İsviçre’deki Zürih Üniversitesi’ndeydi. İngiliz devlet adamı Winston Churchill, İkinci Dünya Savaşı sonrası bu üniversiteden Sovyetler Birliği’ne seslenmişti. ‘Özgür ve Birleşik Avrupa’nın doğuşunu ve Avrupa’da yeni bir döneme girildiğini haber vermişti. Aynı üniversite, tarihî bir buluşmaya daha ev sahipliği yaptı 10 Ekim’de. İsviçre’nin arabuluculuğunda, Türkiye ile Ermenistan arasında 2007’den bu yana sürdürülen müzakerelerin ilk bağlayıcı imzaları atıldı. 176 yıllık üniversite bu kez Kafkasya’daki yeni döneme tanıklık ediyordu.

Türkiye ile Ermenistan ilişkilerini normalleştirmeye yönelik ‘Türkiye ile Ermenistan Arasında Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol’ ve ‘Türkiye ile Ermenistan Arasında İlişkilerin Geliştirilmesine Dair Belge’yi Ankara adına Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Erivan adına da Ermenistan Dışişleri Bakanı Edvard Nalbandyan imzaladı. Kafkaslar’daki 100 yıllık tabuları yıkmaya namzet metinlerin imza töreninde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner de hazır bulundu. Ankara’nın ısrarı üzerine Zürih’e gelen bu üç dışişleri bakanı, Ermeni işgali altındaki Azeri toprakları sorununun çözümü için çalışan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) eş başkanları aynı zamanda. AB’nin Dış Politikadan Sorumlu Yüksek Temsilcisi Javier Solana, AB Dönem Başkanı İsveç’in Dışişleri Bakanı Carl Bildt de tarihî buluşmaya şahitlik edenlerdendi. Törenin aile fotoğrafı yeni sürecin uluslararası konjonktürle ve dengelerle örtüştüğünü yansıttı.
Ankara ile Erivan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi, sınırların açılması ve diplomatik bağların kurulmasını öngören belgelerin imzalanması kritik bir dönemi başlattı aynı zamanda. Şimdi gözler her iki ülkenin meclislerinde. Zira sürecin işlemesi için protokollerin meclislerde onaylanması gerekiyor. Protokolün TBMM’den geçmesi, Ermenistan’ın işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmesine bağlı. Hâlihazırda sürecin sorunsuz işlediği görülüyor. Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın 14 Ekim’de Bursa’da oynanan Türkiye-Ermenistan maçına gelişi ve karşılaşmanın baştan sona dostluk içinde seyretmesi bunun en büyük kanıtı.
10 Ekim’de ayrıca, Türkiye’nin yıllardır kurulmasını istediği (1915 olaylarının tam anlaşılması için) ortak tarih komisyonunun temeli atıldı. Sürecin doğru işlemesi durumunda, oluşturulacak Hükümetlerarası Komisyon’un bir alt komisyonu bu görevi üstlenecek. Komisyon döneme ışık tutan arşivleri inceleyerek protokollerde atıf yapılmayan ‘1915 olayları’nı inceleyecek. Böylece mesele politik alandan bir nebze olsun tarihî zemine taşınacak. Ancak uzmanlar dönemin objektif olarak aydınlatılması için Türkiye ve Ermenistan’ın yanı sıra Rusya, ABD ve İngiltere’deki belgelerin değerlendirmeye tabi tutulması gerektiğini ifade ediyor. Aksiyon’un ABD’deki bir arşivden çıkardığı 1890’lara ait belge uzmanların bu yaklaşımını doğruluyor âdeta.
1893-1896 arasında ABD Büyükelçisi olarak İstanbul’da görev yapan Alexander Watkins Terrell’e (1827-1912) ait bu yazı, Terrell’in İstanbul’da bulunduğu sırada Sultan II. Abdülhamid’le yaptığı bir görüşmeyi yansıtıyor. Eşiyle birlikte Yıldız Sarayı’na kabul edilen Büyükelçi Terrell, o dönemde sınırlı sayıda yabancıya nasip olan bu olayın tüm ayrıntılarını Century Magazine isimli dergiye (aylık) yazmış. Sultan’a yönelttiği sorulara aldığı cevapların yanı sıra İstanbul, Yıldız Sarayı ve Sultan’a ait izlenimlerine de yer veriyor Terrell. 6 sayfalık metin, derginin Kasım 1897 sayısında yayımlanmış. Bahse konu dergi, ABD Kongre Kütüphanesi’nde kamuya açılmış. Terrell, yazısının büyük bölümünü o günlerde Batı’da tartışılan Osmanlı Ermenilerine ayırmış. II. Abdülhamid ile Osmanlı devletinin meseleye yaklaşımını bizzat Sultan’ın ifadeleriyle aktarmış. Görüşme 1890’larda gerçekleştiği için, Ermeni meselesinin Avrupa ve ABD’de nasıl algılandığını, dönemin diaspora Ermenileri ile onları destekleyen Hıristiyan misyonerlerin tutumlarını yansıtıyor. Yani 1915’e uzanan sürecin sinyalleri değerlendiriliyor. Hem de Sultan Abdülhamid’in verdiği cevaplar, örnekler üzerinden...
19 Mart’ta, bir cuma selamlığının ardından Saray’a davet edilir Terrell. Yabancı diplomatları Sultan’a takdim eden Münir Paşa ve Terrell’in tercümanı Gargiulo’nun da hazır bulunduğu görüşme 2 saatten fazla sürer. Sultan II. Abdülhamid, Terrell’e devletin azınlıklara bakış açısından siyasi özgürlüklere, hatta Ermenilerin hayat standartlarına kadar çok yönlü bir değerlendirme yapar. Konuşmasını örneklerle somutlaştırır. Terrell’in yönelttiği sorulara cevaplar ve ABD halkına yönelik mesajlar verir. Görüşme sonunda ABD’li Büyükelçi’den görüşmenin içeriğini Amerikalılara aktarmasını talep eder. Bu isteğini daha sonra İstanbul’dan ayrılırken görüştüğü Terrell’e ikinci kez tekrarlar: “Türk hükûmetinin Ermeni ırkına yönelik uygulamalarını Amerikan halkı da bilsin.” Terrell, yazısını bu sözü tutmak üzere kaleme aldığını belirtiyor.
Ermeni meselesinin Batı’da kasıtlı olarak yanlış yansıtıldığı fikrini savunan Terrell, bu konudaki düşüncelerini Sultan’a da anlatmış. Hatta İstanbul’dan ayrılmasından sonra da Türkleri ‘Ermeni düşmanı’ gösteren değerlendirmelere karşı yazılar kaleme almış. Mesela 26 Nisan 1900’de New York Times’ta çıkan bir değerlendirmesinde Tanzimat’tan dolayı Sultan’ı eleştirenlere şöyle sesleniyor: “Onu dürüst bir insan olarak görüyorum. Kendisini gayet iyi tanıyorum ve inanıyorum ki Avrupa’da iken karşılaştığım en entelektüel insan.”
Terrell’in İstanbul, Yıldız ve Abdülhamid izlenimleri de hayli renkli. O dönemde İstanbul’da yaşayan 52 Amerikalıdan bir ikisi dışındakilerin misyoner eğitimciler olduğunu aktarıyor. Yıldız Sarayı için ‘Avrupa’daki herhangi bir saraydan daha etkileyici’ nitelemesinde bulunuyor. Ayrıca Saray kapılarında silahlı görevlilerin bulunmadığına vurgu yapıyor. Görüşmeyle ilgili detaylar gayet vurgulu: “Birçok kimse tarafından ‘taçlı katil’ olarak görülen bu yalnız idareci, alçak ve müzikal bir sesle en asil duyguları dile getiriyor, yüzündeki babacan ve sempatik ifade, onun yanına kabul edilmiş ve onu zalim olarak görenlere daimi bir bulmaca gibi. Konuşurken, atlas sırma ile işlenmiş bir divana oturdu. Aramızda, üzerinde kendisinin sık sık içtiği sigaralar olan, mozaik işlemeli küçük bir masa vardı. Konuşurken, mücevherli altın bardaklarda çay ikram edildi. Oda, 16. Louis tarzında mobilyalarla döşenmişti. Duvarları, bazıları muhteşem olan resimler, ipek halılar ve eşsiz tasarıma sahip bir Türk kilimi süslüyordu.”
Terrell, 1897’de ABD Dışişleri Bakanı’na yazdığı bir mektupta da Avrupa’da Osmanlı için yayılan ‘Hasta Adam’ tabirinin doğru olmadığını, Osmanlı’nın silah kapasitesini ve 106 milyonluk inançlı Müslüman dünyasının Sultan’a olan bağlılığını nazara vererek açıklıyor. Terrell, 1893’te ABD’de sahnelenmek istenen, Hz. Muhammed’i (sas) olduğundan farklı gösteren ‘Muhammed’ adlı tiyatro oyununun kaldırılmasına da aracılık etmiş. Büyükelçi Terrell’in samimi değerlendirmeleri özellikle ABD’deki Ermenileri çileden çıkarmış. 1912 yılında ölene kadar birçok kez yıpratılmaya çalışılmış, kaleme aldığı bu yazıdan ötürü. Ancak o, çizgisini ölene dek korumuş.
New York’ta 1880’de kurulan ve 1930’a kadar yayınını sürdüren Century Dergisi’nde ‘Sultan Abdülhamid ile Röportaj’ başlığıyla verilen yazının diğer önemli noktaları şöyle:
 Sebep ne olursa olsun, kesin olan bir şey var ki Sultan’ın kendisinin ve davranışlarının Amerikan basınında yer alan yansımaları genellikle yanlışlar ve suçlamalarla doludur.
 Sultan, Osmanlı’da son zamanlarda yaşanan kargaşaların, ABD basını tarafından hiçbir zaman doğru bir şekilde verilmediğini söyledi ve kendisinin söyleyeceklerini Amerikan halkının bilmesini sağlayacağımı umduğunu belirtti. Ardından şöyle devam etti: “Tatarlar ve Perslerin sürekli işgalleri altında ezilmiş olan Ermeniler çok büyük sayılarda göç etmeye başladılar ve Osmanlı idarecilerinden korunma elde ettiler. Onlara nazikçe ve misafirperverane davranıldı. Sürekli olarak savaş içerisinde olan hiçbir ülke, endüstriyel ve ticari bir arayışın peşine düşemez. Bu yüzden ilk sultanlar hep fetihle meşgulken, tüm ticari alanlar ve üretim alanları Hıristiyanlar, başlıca da Ermeniler tarafından tekelleştirildi. Dinlerine karşı da hoşgörü gösterildi, Müslümanlar Allah’a ibadet eden bütün dinlere karşı müsamahakârdır. Böylece Ermeniler gelişti ve dört yüzyıl boyunca Osmanlı idaresi altında kaldılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun bankacıları, üreticileri ve müteahhitleri oldular. Tarihî kiliselerinde ve manastırlarında açık bir şekilde ibadet ettiler, ihtiyaç olduğunda da yeni ibadethaneler inşa ettiler.
 Kur’an-ı Kerim, zulmü yasaklamışken ve savaş hâlleri dışında Allah’a inananların korunmasını şart koşarken, bir Müslüman dinî sebeplerle bir Ermeni’yi nasıl öldürebilir?
 Sultan, Ermenilerin başına gelen felaketlerin sebebinin dinleri olmadığı hususunda bazı deliller sundu: “Babam Sultan Abdülmecid tarafından Ermeni asıllı olan Dadian’a, kraliyete ait bir barut fabrikasının kontrolü teslim edilmiş. Biz çocukken babamın, beni ve kardeşimi Dadianların evine götürdüğünü ve orada iki gece uyuduğumu hatırlıyorum. Babam Sultan Mecid, Dadian’ı memnun etmek için ona evinin bitişiğinde büyük bir arsa da verdi. Kendi imkânlarıyla burada bir kilise inşa ettirdi ki soğuk havalarda buraya gidebilsin, ibadetini yerine getirebilsin. Bir Ermeni olan Kuetzroglian, sarayın tüm giyim, mücevher, mobilya işleriyle ilgilenmek için görevlendirilmişti. Bizim büyük bir gözdemiz olmuştu. Boğaz’da Asya tarafında bir evi vardı ve çok zengin olmuştu. Kraliyete ait darphanenin tüm sorumluluğu Agop Efendi adlı bir Ermeni’deydi. Zenginlik elde etmeyi çok iyi biliyordu, kendisi de çok zengindi. Bir diğer Ermeni, Gümüşgerdan, saray kadınlarının giyimlerinden sorumluydu. Hâlâ burada yaşıyor ve oldukça zengin. Ermeni Balyanlar, babadan oğla geçen bir gelenekle Osmanlı sultanlarına nesiller boyunca saraylar inşa ettiler. Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi, Yıldız ve benzeri… Bunlardan biri de şimdi benim mimarım. Ermeni Bakan Artin Paşa babamın Dadian’a verdiği Beşiktaş’taki büyük evde yaşıyor. Bayındırlık işlerini idareden sorumlu bakanım Michael Efendi de bir Ermeni. Bütün kamu arazilerinin ve bana ait gayrimenkullerin kontrolü onun elinde. Birçok Ermeni, onun isteğiyle ve benim onayımla ofiste tutulmaktadır. Size burada çalışanların isimlerinin ve aldıkları maaş miktarının listesinin verilmesini sağlayacağım (Yandaki liste).”
 “Ermeni bir ciltçi geçtiğimiz ağustos ayında şehirde yaşanan kargaşalardan sonra Amerika’ya kaçtı. Bana bir mektup yazdı, İngilizce bilmediğinden dolayı iş bulmakta zorlandığını ve geri dönmek istediğini söylüyordu. Şimdi Hıristiyanlar, benim söyleyeceklerime çok zor inanıyorlar, bu adamın geri dönebilmesi için kendisine bin frank gönderilmesi talimatını verdim.”
 Sultan, kendi hükûmeti veya halkının hiçbir Hıristiyan’ı dinî inançlarından dolayı cezalandırmadığını defalarca tekrar etti.
 Sultan’a misyoner Cyrus Hamlin’in Aralık 1893’te Independent’te yer alan; Ermeni devrimcilerin kendi halklarına karşı şiddet uygulamaları için kışkırtmak ve Hıristiyan dünyasının sempatisini kazanmak amacıyla Türklere zulmetmek ve evlerini ateşe vermek niyetinde olduğuna dair bilgileri sundum.
 Sultan, Yunan bölgesindeki kargaşa konusunda şöyle konuştu: “Maalesef Hıristiyan ve Müslüman tebaa arasındaki çatışmalar hakkındaki gerçek, Hıristiyan gazetelerinde hiçbir zaman yayımlanmadı. Hiçbir Müslüman, eğer Allah’a inanıyorsa, dinî inancından dolayı bir adamı cezalandıramaz... Hıristiyan Avrupa’sı, 1827’deki Yunan devriminde askerlerin aşırılıklarından dolayı Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kışkırtma yaparken, bir şehirde teslim olan 27 bin savunmasız Türk’ün öldürülmesine tepki göstermiyor.”
 Sarayda ilk akşam yemeğimde masanın başına Sultan oturdu, sağında eşim, solunda da ben vardım. Osman Paşa, İsmail Paşa, Veziriazam ve diğer bakanlar da geri kalan konuklardı… Masa servisi ve dekorasyonlar, yemek odasının muhteşemliği, Hıristiyanlar dışında kimsenin içmediği şarapların mükemmelliğini hiçbir şey geçemez. Her paşa, rütbesini gösteren yıldızlar ve süslemelerle kaplı şeyler giyiyordu.
 Sultan, İzmir ve Mezopotamya eyaletlerinde, İmparatorluğa benim tarafımdan tanıtılmış, tatlı patates yetiştirilmesindeki başarısını açık bir memnuniyetle aktardı.
 Abdülhamid’in Osmanlı Sultanı olmasının yanı sıra 106 milyon halkıyla Muhammedî dünyanın da ruhani lideri olduğu hatırlatıldı. Tebaasının kendisine gösterdiği aşırı sevgi karşısında insan şaşırmıyor.
 Her ne kadar şehzade iken Fransız eğitimi alsa da Sultan her zaman Türkçe konuşuyor… Yıldız’da bir saray kütüphanesi kurulmuştu. Kütüphanenin rafları, ABD’nin ve Avrupa’nın başlıca ülkelerinin standart yazarlarının kitaplarıyla doluydu. Burada ayrıca Arabistan’ın bilim, sanat ve şiirin beşiği, Avrupa’nın ise cehalet içerisinde olduğu dönemde yazılmış Arapça eserler de bulunuyordu.
 50 yaşını geçmiş olan Sultan, orta boylu, teni açık zeytin renginde, koyu saçlı, yüksek alınlı ve büyük koyu kahverengi gözlü birisi. Yüzünde çoğunlukla üzüntülü bir ifade var. Sultan’ın kendi giyimi her zaman sade. Kırmızı bir fes, frak, koyu mavi pantolon, sert deriden imal edilmiş ayakkabı giyiyor. Çelikten kını olan ve elinin altında tuttuğu bir kılıç kostümünü tamamlıyor. Yanlız bayramlarda renkli giyiniyor. Altınlarla kaplı bir tahtta, ihtişamlı giyinmiş sivil ve askerî yöneticilerin tebriklerini kabul ediyor.


Teksaslı süvarilerin tuğgeneraliydi

Alexander Watkins Terrell, 3 Kasım 1827’de Virginia’da doğdu. 1832’de ailesi Mississippi’ye taşındı. Missouri Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Booneville’de hukuk okudu. 1849’da Missouri barosuna kabul edildi. Teksas’a taşındıktan (1852) sonra İkinci Bölge Mahkemesi’nin yargıçlığına getirildi. 1863’te Arizona Tugayı, Birinci Teksas Süvari Alayı’na binbaşı olarak girdi; yarbay ve ardından albaylığa terfi ettikten sonra Mansfield ve Pleasent Hill savaşlarına katıldı. Bu dönem Teksas Süvarileri’ni komuta etti. 1865’te tuğgeneralliğe yükseltildi. İç savaşın sonunda Mexico’ya gitti, kısa süre İmparator Maximilian’a hizmet etti. 1876’dan 1883’e kadar 4 dönem Teksas Senatosu’nda görev yaptı ve 1891’de Teksas Temsilciler Meclisi’ne seçildi. ABD Başkanı Grover Cleveland kendisini Osmanlı İmparatorluğu’ndan sorumlu tam yetkili büyükelçi-bakan (1893-1897) olarak atadı. 1903 ve 1905’te iki kez daha eyalet temsilcisi olarak seçildi. 1909-1911 arasında Teksas Üniversitesi Yönetim Kurulu’nda yer aldı. Aynı zamanda Teksas Eyaleti Tarih Birliği’nin başkanıydı. İlk eşi ve beş çocuğunun annesi Missouri’li Ann Elizabeth Boulding 1890’da öldü, Tekaslı ikinci eşi Sarah D. Mitchell 1871’de hayatını yitirdi. Üçüncü kez Anne Holiday Anderson Jones ile evlendi. Terrell 9 Eylül 1912’de Mineral Wells’te öldü ve eyalet mezarlığına gömüldü.

26 Şubat 2013 Salı

Kar Kırmızı Hocalı- Hocalı Katliamı



Kar Kırmızı Hocalı- Hocalı Katliamı
@oyatekin o gece biz ilk kes ermeninin turke nefretinin boyutunu gorduk,anladik ve sarsildik,bu vahset idi.
@oyatekin 1992 ci-ilde hocali katliyamida cocuklari kaz borularina doldurub sonra onun agzini baglayib oda atirdilar diri-diri yanirdilar
Bu sözler Hocalı Katliamı’na dair iki okurumun sözleri. İsimlerini kendilerine sormadığım için vermiyorum ama cümlelerini aynen veriyorum.
Yakın tarihimizin kanlı katliamını dile getiren bu sözleri. Bugün 21. yılında Hocalı Katliamı.
Birçok yerde acıyla hatırlanarak, unutturulmamaya çalışılıyor bu katliam.
Bizde bilmeyenlere yakın tarihimizin bu ayıbını anlatalım ya da unutanlara ısrarla unutturmaya çalışanlara hatırlatalım.
Sovyetler Birliği’nin son günlerini yaşadığı 1988’de Azerbaycan-Ermenistan arasında patlak veren altı yıl süren savaş sonrasında Ermenistan, Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini işgal etmiş, 1 milyondan fazla Azerbaycan vatandaşı iç kesimlere göç ederek hayatını zor şartlar altında sürdürmek sorunda kalmıştır.
Ermeni güçlerinin 1991’in sonlarına doğru ablukaya aldığı Hocalı, 2 bin 605 ailenin, toplam 11 bin 356 kişinin yaşadığı bir kasabaymış o zamanlar. Aralık 1991’de Karabağ’ın başkenti olarak kabul edilen Hankendi şehrini işgal eden Ermenililerin bir sonraki hedefi, bölgenin tek havaalanına sahip ve stratejik önem taşıyan Hocalı’yı ele geçirmektir.
Hocalı’nın etrafındaki bütün köy ve yolları tek tek ele geçiren Ermeni güçleri, kasabanın diğer illerle karayolu bağlantısını da keser. Diğer bölgelere tek ulaşım bağlantısı olan helikopter ulaşımını da 28 Ocak 1992’de, Şuşa Ağdam seferini yapan helikopteri vurmalarıyla ortadan kalkar.
Bu olayda, çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 44 sivil hayatını kaybeder.
Ocak ayının başlarından itibaren elektrik enerjisi de kesilen Hocalı’nın savunması, sadece hafif silahlarla silahlanmış yerel savunma güçleri ve az sayıdaki milli ordu askerlerinden ibarettir. 25 Şubat 1992’den itibaren Hocalı’ya saldırıya başlayan Ermeniler, bölgede bulunan Sovyet ordusunun Zırhlı Alayı'nın bütün araçlarını kullanarak, şehri iki saat boyunca top ve tank ateşine tutar. Saldırıdan bir gün sonra ise hafızalardan yıllarca silinmeyecek olan “Hocalı Katliamı” yaşanır.
Bu savaşın, hafızalardan silinmeyen en acı olaylarından biridir Ermeni güçlerinin 26 Şubat 1992’de Hocalı’da yaptığı katliam.
Resmi verilere göre, Hocalı Katliamı’nda savunmasız durumdaki 106’sı kadın, 83’ü çocuk olmak üzere toplam 613 Azerbaycan vatandaşı hayatını kaybetmiştir.
Katliamdan 487 kişi ağır yaralı olarak kurtulurken, Ermeni güçleri bin 275 kişiyi rehin almıştır. Bunlardan 150’sinden haber alınamamış, esirler yıllarca uluslararası kurumlardan gizli olarak köle gibi çalıştırılmış, hatta esir kadınların fuhşa zorlandığı haberleri bile alınmıştır.
Katliamdan sonra bölgeye giden yabancı basına yansıyan görüntülerse şu şekildedir;
14 Mart 1992 tarihli Fransız “Le Monde” gazetesi katliama dair, “Ağdam’da bulunan basın mensupları, Hocalı’da öldürülmüş kadın ve çocuklar arasında kafa derisi soyulmuş, tırnakları çıkarılmış üç kişi görmüşler. Bu, Azerilerin propagandası değil bir gerçektir” ifadelerini kullanmıştır. Rus “İzvestiya” gazetesi ise 4 Mart 1992 tarihli sayısında “Kamera kulakları kesilmiş çocukları göstermiştir. Bir kadının yüzünün yarısı kesilmişti. Erkeklerin kafa derisi soyulmuştu” ifadelerine yer vermiştir. Benzer tasvirler İngiliz, Ukrayna, Bulgaristan ve daha birçok yabancı medya organında da yer almıştır.
Katliam sonrasında ise Ermeni çetecilerin yaptıklarından bir kesit.
İki kesik Azeri kadın başını kale direği yapmışlar, top arayışına girmişlerdir. Başı tıraşlı bir çocuk bulup getirdiklerinde ise Ermeni çeteci sevinçle bağırdı: -Asixn ma/, çimi yev bızdıge, aveg gındırnadabidi. Gıdıresek... (Bu hem saçsız hem de küçük, iyi yuvarlanır. Kopartın...) Aynı anda çocuğun gövdesi bir tarafa, başı da orta yere düşmüştü...
Ermeniler zafer naraları atarak, kanlı postalları ile kesik çocuk başına vurarak kanlı bir kaleye gol atmaya çalışıyordu.
Bu olay ve benzerleri Hocalı'da bundan çok değil yalnızca 21 yıl önce yaşandı. Bu olay Ermeni çetecilerin katliamlarına bizzat şahit olan görgü tanıklarının anlatımlarıdır. İfadeleri aynen verdim.
Tüm dünyanın gözleri önünde meydana gelen Hocalı Katliamı’na, uluslararası kurumlar ise sessiz kalmayı tercih etmişlerdir.
BM Güvenlik Konseyi 1993’de 4 karar kabul etmiş olsa da, bu kararlar Hocalı Katliamı ile ilgili değil, “Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgal ettiğine” yöneliktir.
Ünlü Ermeni yazar Zori Balayan, kendisinin de bizzat katıldığı katliamı, “Ruhumuzun Dirilişi” isimli kitabında ayrıntılarıyla anlatmakta bir sakınca görmemiştir.
Azerbaycan ise, Ermeniler tarafından yapılan bu katliamın “soykırım” olarak tanınması için dünya çapında kampanya başlatmışlardır. Meksika Senatosu, Pakistan Senatosu, Kolombiya Parlamentosu, Çek Cumhuriyeti Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi, ABD'nin Teksas, New Jersey, Massachusetts, Georgia eyaletlerinde kabul edilen kararlarda Hocalı Katliamı “soykırım” olarak nitelendirilmiştir.
Peki, bu yeterli midir?
Ermenilerin bizlere karşı yürüttükleri lobilerle soykırımı kabul ettirmek için verdikleri mücadelenin yanında maalesef ki yetersizdir.
Onlar kendilerine yapılanı bir soykırım olarak nitelerken, yakın tarihte kendilerinin bizzat yaptıkları bu eylemi bir gurur göstergesi olarak kitaplarına almaları iki yüzlüğüne ortak olanlar ise başka bir ayıbın parçasıdırlar.
Resmi rakamlar 613 kişi dese de o gün ölenlerin sayısının 1300 olduğu bilinmektedir.
Hocalı kana bulanırken sessizliğe gömülenler bugün yine aynı sessizliktedirler.
BM bu konuda bir şey yapmamıştır. Peki, Türkiye? Türkiye de havanda su dövmüştür. Bu soykırımı kabul ettirmek için Türkiye de bir şey yapmamıştır.
Yani Azerbaycan bu haklı mücadelesinde 21 yıldır tek başınadır. Siyasi arenada göstermemiz gereken birliği bu olayda yeterince gösteremedik ve dünya gündemine oturtamadık bu soykırımı.
Şimdi Hocalı Katliamı’nın 21. Yılında düzenlenen etkililiklerle hatırlıyor, hatırlatıyoruz peki yarın 27 Şubat olduğunda Hocalı Katliamı’na dair ne olacak elimizde? Soykırım olduğunu kabul ettirmeden orada ölenlerin ruhları rahat edecek, kalanların acıları dinecek midir?
Yapılan etkinlikler buna yetecek midir?
AB projesi kapsamında Aydın ve İzmir’de kalkınma ajanslarını ziyaret eden Kosova Belediye başkanlarından oluşan bir heyet ve “Sözde Ermeni Soykırımı, Karabağ sorunu ve Hocalı” konulu panel için İzmir’e gelen Azerbaycan Milletvekili Ganire Paşayeva, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nu da ziyaret etmiştir.
İzmir bu anlamda fazlasıyla duyarlı panelde bir kez daha katliam konuşulacak, hatırlanacak ama yine biz kendimiz söyleyip kendimiz dinleyeceğiz.
İşte bunu aştığımız gün tüm dünyaya dinlettiğimiz gün Hocalı’da rahat uyuyacak. Ogünlerin biran önce gelmesi dileği ile Hocalı Katliamı’nda ölenleri anıyor ruhları şad olsun diyorum. Sizi unutmayacak, unutturmayacağız bir gün dilerim bu zulmü tüm dünyaya da soykırım olarak kabul ettireceğiz…

22 Şubat 2013 Cuma

Gençliğin Kurtuluşu KİM’de?



Yaş Değil; Ruh İşi…
“Gençlik” mefhumu,her zaman ve mekânda insanları şu veya bu şekilde heyecanlandırmıştır. İçinde her daim keşfedilmeye değer cevherler bulunduran bu mefhum, bir yandan kestirilemez gücü ve kuvvetiyle çözümlenmeyi beklerken, bir yandan da “kim bilir nelere gebe” potansiyeliyle de ciddiye alınmamayı affetmeyendir.
Bu minvalde gençlik, şöyle-yada böyle her zaman gündemdeki yerini korumaya devam eder...
İlk bakışta bile göze çarptığı gibi, kimilerinin, en kabasından bir “sermaye” olarak gördüğü bu gençlik; kimilerine de “iyi bir sömürge malzemesi” şeklinde görülür…Yaşı geçkin olanlarından daha “iyi niyetlileri”, mevzuuyu “gençler bilebilse” sığlığıyla ele ala dursun; her aynı sığlıkla her ân;“ona öyle demezler, Bey Amca!” ukalalığıyla karşılığını bulabilirler…
Geçelim…
Bizim fikriyatımızda gençlik, “yaş” değil, ruh işidir…
Gençlik, zamanın her zerresiyle hakkını verme sorumluluğunu kuşanan, dâvâ mesuliyetini ruhunda tazelikle taşıyandır…
Hemen söyleyelim ki, bu dairenin içine girmeyenleri “genç”ten saymıyor ve onları tanımıyoruz!..
Köşe-bucak “piyasa” yapan, bütün mesaisini “10 gram et-üç gram hormon” için harcayan, çocukluktan kalan saflığının, iki kutu birayla ırzına geçenleri istesek de tanıyamıyoruz… Çünkü onlar, hep özendikleri gibi şu veya bu şekilde “büyümüş”ler meğerse!..
Tanıyamıyoruz derken teşbihten öte; sahiden öyle…
Mesela, bir gün geç saatte evime doğru giderken, köşe başında çömelmiş siluetler gördüm… Biraz daha yakınlaşınca içlerinden biri bana doğru yönelerek “iyi akşamlar” dedi… Durdum, baktım… Tanımadığımı anladı ve takdim etti:
-“Ağbi, benim Serkan”
-“Hangi Serkan?”
-“Sinan’ın kardeşi… “ deyince hatırladım…
Bu saatte burada, ne yaptıklarını sordum. “Müslüm takılıyoz, biralamaca yapıyoz ağbi” dedi… Karşımda “hafif sarhoşlamış”-çakmak çakmak olmuş gözleriyle sırıtan çocuk 15 yaşında ya var; ya yoktu!..
Bizim Gençliğimiz…
Halbuki bizim anlayışımızdaki gençlik; olanca enerji ve kuvvetini Mutlak Hakikat’in emrine veren, gerektiğinde gözünü kırpmadan canını tehlikeye atandır.
Biz, “gençliğimizi” ablak suratından değil; küfre karşı meydan yerine çıkıp, hesap soruşundan, düşman bellediği bu Allahsız sistemin, köpeklerine karşı kafa tutuşundan ve aynı köpeklere boyun eğmeden “dik duruş”undan tanıyoruz…
Biz, genç olmayı, mukaddes dâvânın yükünü sırtlanmak, bunun liyakatine erme ızdırabıyla yanıp- kıvranmak diye biliyoruz…
Çözüm Örgütlenmek…
Az önce misalini verdiğimiz o “genç”ten binlercesi mevcut… Daha kötüsü bu, onlarca çeşit hastalığın içindeki diğerlerinin yanında çok daha “masum” kalır…
“Fikir, zıddını bırakma işidir” ölçüsüyle bakınca, onları her ne kadar “tanımasak-tanıyamasak” da, elbette görmezden gelemeyiz, gelmiyoruz ...
Görmezden gelmiyoruz çünkü, -“anlam” versin veremesin- hepsinin bir derdi- bir tepkisi var aslında…
Kimi tornada ustasına, kimi ayyaş olan babasına, kimi okulda, kendini küçük düşüren hocasına, kimi anasına, kimi bilmem neyine veya nesine…
Kırgınlar, kızgınlar, üzgünler… Çünkü gençler her şeye rağmen hala hassaslar…
En “hastası” bile, bahsettiğimiz o “potansiyel cevheri” içinde taşıyor…
Ama ne yazık ki, gençlerin bu ölümcül öfkeleri, bilinçli ve sistematik bir tarzda- Batı bataklığına kanalize ediliyor…
Ve böylece, hepsinin ortak noktası bu pisliğe kapılıp, doğru tepki verememelerinde oluyor…
Enerjilerini yanlış yerlerde harcadıkları gibi, tepkilerini de yanlış yerlerde gösteriyorlar…
Aslında bu onların suçu değil…. Bu, içinde yaşadıkları Mutlak Fikir yoksunu “başı-bozuk”ların, kendilerine nüfuz etmesinden başka bir şey de değil…
İşte tam da bu noktada, örgütlenmenin kaçınılmaz çare olduğunu söylüyoruz.
Seyirciliğin kolaycığıyla değil; tepeden inme bir tavırla, hareketimizden misâlleriyle, bir aksiyon hamlesiyle…
Teyakkuz, Taarruz…
Bugün dünyanın her yerinde gençlik; Batı hayat tarzının kendisine dayattığı pisliğin içinde ya boğulup gidiyor, ya da öfkesini aksiyona dönüştürüp, buna Alparslan Arslan gibi, Malatya’lı, Trabzonlu, Sorgunlu, Güney Koreli gençler gibi teyakkuza geçip, taarruz üslubuyla cevab veriyor…
Eğer bu öfke, bu teyakkuz, bu taarruz doğru bir aksiyon mihrakına bağlanmazsa, ortalık kaba “eşkıya”dan geçilmez... Burada örgütlenmenin önemi tekrar görünüyor…
Örgüt, dağınık hareketleri düzenleyen, sağladığı ideolojik formasyonla, hedefi netleştiren, eylem gücünü kat be kat arttıran özellikleriyle yapılan her işi bir gayeye bağlayıcıdır.
Yoksa, bir takım heyecanlara kapılıp yapılan iş, aksiyon değil daha önceden de işaretlediğimiz gibi kuru “tepkiler” olmaktan kurtulamaz…
Bunun yanında örgüt, “yetiştirici” özelliğiyle, tavır alma alışkanlığı ve karar verme gücünü arttırmasıyla da, gençlerin bütün gereksinimlerine en doğru cevabı veren yegane sistemdir…
Kölelikten Hürriyete…
Batı hayat tarzının tacizinden bunalan, öfkesini bir türlü ifade edemeyen, mimiklerini bile düzenleyecek kadar kendisine müdahale eden bu sistem karşında hemen şimdi yapılması gereken tek şey, Batı’nın ruhlara enjekte ettiği hayvanca hayat tarzından bir ân önce kurtulup, Büyük ALLAh”ın dünya görüşünü kuşanmaktır…
Bundan sonra atılacak her adım, hayat tarzının ALLAH’a muhatab olmasıyla kendiliğinden gelecektir…
ALLAh inancını yani İslami degerlerini “nerede ne yapılması gerektiğini” düzenleyen pozitif müdahaleciliğini özümseyen genç; artık “gerektiği yerde gerekeni yapmak” ölçüsünü cebine koyup, “Kendinden Zuhur”un hürriyetiyle, bütün dünya sahasında bir eylem serbestisiyle at koşturacaktır…
O artık, “Allah yolunun esiri” olmakla, dünyanın en hür insanı olmuştur…
Cevap:
Gençliğin Kurtuluşu yalnızca ALLAH yolundadır…
En iyi temenni ve dileklerimle görümsek dileğiyle Allaha emanet olun saygılarımla!!!….

Geleceğin Güvencesi Gençlik



Gençlik, insanın geleceğinin temelidir, gençlik de toplumun geleceğinin teminatıdır. Temiz ve kişilikli bir gençliğe sahip olanlar, kâmil insan olmanın temelini atmışlar demektir. İyi bir gençliğe sahip olmayanlar, iyi bir alt yapıya sahip değiller demektir. Böyleleri ileriki yaşlarında düzelmiş olsalar bile, gençlik dönemlerinde yaşadıkları kötü tecrübeler, onların olgunluk dönemleri etkiler. Bu yüzden pek çok insan, geçmişe dönük pişmanlıklar içerisinde olur.
En kâmil insanlar arasından seçilen peygamberler, her bakımdan temiz bir çocukluk ve gençlik dönemlerine sahiptirler. Onlar, seçilmiş insanlardır. Yüce Allah, oları pek çok insanın arasından seçip görevlendirmiştir. Peygamberlik Allah vergisidir, ama peygamberlikle görevlendirilenler de seçilmeyi hak etmiş kimselerdir. Peygamberler, günahtan korunmuş ma’sûm kimselerdir. Onların peygamber olmadan önce, günahlardan korunmuş olup olmadıkları tartışılmış olsa bile, genellikle peygamberler temiz bir geçmişe ve gençlik dönemine sahip kimselerdir.
Son peygamber Hz. Muhammed aleyhisselam da yaşadığı tertemiz çocukluk ve gençlik dönemleri ile her zamanın gençlerine en güzel örnektir. Üstelik O, yetim ve öksüz büyümesine rağmen kirli toplumda temiz kalabilen bir gençtir. Yaşadığı toplumda her çeşit günah, pek çok insan tarafından işlendiği halde, o bunlardan kendini korumasını bilmiştir. Kaynaklarımız, onun gençlik dönemi ile ilgili şu bilgilerle doludur:
Peygamberimiz, yetişkinlik çağına kadar mertlik ve insanlıkta kavminin en üstünü, ahlakça en güzeli, komşuluk haklarını en fazla gözeteni, doğru sözlülükte en başta geleni, eminlik ve güvenilirlikte en büyüğü, kötülükten en uzak olanı idi. Bunun için kendisine kavmi arasında el-Emîn/yani güvenilir kişi, güven veren insan denirdi.[1]
O, peygamber olmadan önce de ne puta tapmış, ne içki içmiş, ne de putlar için yapılan şenlik ve törenlere katılmış, ne de putlar adına kesilen etlerden yemiştir. O, bu gerçeği şöyle anlatır: Ben, kitap ve imanın ne olduğunu bilmezken bile, Kureyşlilerin küfür üzerinde bulunduklarını bilmekten uzak kalmışımdır.[2]Nitekim o peygamber olduktan sonra, insanları tevhide ve ahlakî güzelliklere çağırınca, geçmişi ile ilgili bir itirazla karşılaşmamıştır. Hiçbir kimse, bugün sen bunları bize söylüyorsun, ama düne kadar onları sen de işlemiştindiyememiştir.
Onun bu tertemiz geçmişi Kur’ân’da şöyle ifade edilmiştir: “Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?”[3] Ben peygamber olmadan önce kırk yıl aranızda yaşadım. Siz benim doğruluğumu, dürüstlüğümü, emanete hıyanet etmeyişimi, ümmiliğimi biliyorsunuz. Ben gençliğimde hiç Allah’a isyan etmedim, putlara tapmadım, asla yalan söylemedim, hiç aldatmadım… Şimdi siz benden, böyle bir şeyi yapmamı nasıl istersiniz?[4]
Onun sahip olduğu güzelliklerini anlatan Kur’ân ayetlerinin biri de şöyledir:
“Gerçekten sen büyük bir ahlak üzeresin.”[5] Fatiha ve Alak suresinden sonra üçüncü sırada inen Kalem suresinin bu ayeti, onun Kur’ân öncesi sahip olduğu güzelliklerini açık bir şekilde tescil etmektedir. Çünkü bu tespit yapıldığında henüz onun tüm hayatını kuşatan Kur’ân ayetleri inmemişti. Ama o, büyük bir ahlak üzere bulunuyordu. Daha sonra Onun Kur’ân’la daha da olgunlaşan ahlakî kişiliğini eşi Hz. Ayşe şöyle özetlemiştir:“Onun ahlakı Kur’ân’dı.”[6]
Hangi ortamda yaşarsa yaşasın Müslüman gidişata seyirci kalamaz. Gündemi yakından takip eder. Gidişat, iyi ise, ona destek olur ve onun daha iyi bir şekilde devam etmesi için gayret eder; kötü ise onu düzeltmek için çalışır. Peygamberimiz, henüz peygamber olmadan önce Mekke’de yaşanan haksızlıklara dur demek için kurulanerdemliler hareketinin aktif bir üyesi olarak kötü gidişata dur demek için seferber olmuştu.
Mekkelilerden ve oraya dışardan gelenlerden haksızlığa uğramış her kim olursa olsun mazlumun hakkını geri almak, zalime karşı mazluma yardım etmek, zayıfın hakkını güçlüden, garibini hakkını yerliden almak ve adaleti aralarında hâkim kılmak üzere kurulan Hılfu’l-Fudul hareketine katılmıştır. Daha sonra da Ben ona İslam döneminde de çağrılsam mutlaka icabet ederim buyurmuştur.[7]
Peygamber olmadan önce ticaret ortaklığı yaptığı Sâip b. Ebî Sâip, Mekke fethinde Müslüman olarak Peygamberimizin huzuruna geldiğinde şunları söylemiştir: Sen benim ortağımdın ve ne iyi ortaktın![8]
Hz. Hatice ile evlenirken nikâh merasiminde söz alan amcası Ebû Talip henüz yirmi beş yaşındaki yeğenini şöyle tanımlıyordu: “Doğrusu Muhammed, Kureyş’in hiçbir gencine benzemeyen, onlardan hiçbiriyle bir tutulamayan bir gençtir. Çünkü o, şeref, asalet, erdem ve akıl bakımından onlardan ayrılır.”[9]
Azatlısı olan Zeyd’e sen bizim kardeşimiz ve azatlımızsın diye iltifat ederdi. Zeyd ise onda gördüğü güzellikleri şöyle anlatmıştı: Yemin ederim ki, ben sana hiç kimseyi tercih etmem. Sen bana, hem annem hem de babam makamındasın… Ben onda öyle şeyler gördüm ki, babamı bile ona tercih etmem, ben ondan hiçbir zaman ayrılmayacağım.[10]
Otuz beş yaşlarında iken Ka’be tamir edilmiş ve Hacerü'l-Esved'in yerine konulmasında Mekkeliler arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Sonunda mescidin kapısından ilk giren kişinin hakemliğine razı olma konusunda anlaşmışlardı. O kişinin Hz. Muhammed olduğunu görünce şöyle bağrışmışlardı: "Bu güvenilir kişidir. Bu Abdullah oğlu Muhammed'dir. Onun vereceği karara razıyız!"[11]
Kendisine ilk vahiy geldiğinde, gördüğü manzara karşısında endişelenip korkuya kapılan Hz. Peygambere vefakar ve fedakar eşi Hz. Hatice şöyle diyordu: “Sen rahat ol, üzülme. Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla utandırmayacak, ele güne rezil etmeyecektir. Çünkü sen, akrabalık bağlarını gözetirsin. Hep doğru söylersin. Emanete hıyanet etmezsin. Sıkıntılara katlanmasını bilirsin, güçsüzlerin elinden tutarsın. Misafir ağırlamayı seversin. Zor durumda kalan mağdurların hakkını korumak için onlara yardım edersin.”[12]
Onun sahip olduğu bu güzellikler, düşmanları tarafından bile teslim edilmişti. Rum Kayseri Heraklius, elçi olarak huzurunda bulunan, o zaman müşriklerin önde gelenlerinden olan Ebu Süfyan’a Peygamberimizin özellikleri ile ilgili sorular sormuş ve aralarında şöyle bir diyalog geçmişti:
-Bundan önce, onun hiç yalan söylediğine tanık oldunuz mu?
-Hayır, asla böyle bir şeye tanık olmadık.
-İnsanlara yalan söylemeyen, vallahi Allah’a yalan söylemez![13]
Habeşistan’a hicret eden Cafer b. Ebî Talib de Necaşî’nin huzurunda şunları söylemişti: “Ey Kral! Allah içimizden, aramızda yaşadığı kırk yıl doğruluğu, dürüstlüğü, asaleti, emanete riayetkarlığı ile tanıdığımız bir kimseyi peygamber gönderdi..”[14]
PEYGAMBERİMİZİN GENÇLİĞE VERDİĞİ ÖNEM
Kendisi mükemmel bir gençlik dönemi yaşamış olan Peygamberimiz, gençlere büyük önem vermiş, onları hep iyiye, güzele yönlendirmiş; ilk Müslüman gençlerden mükemmel şahsiyetler yetiştirdikten sonra gencecik yaşta onları büyük görevlere getirerek onura etmiştir. Onun konu ile ilgili hadislerinden bir kısmı şöyledir:     
"Yedi sınıf insan vardır ki, Allah onları, hiçbir korumanın olmadığı bir günde, kendi koruması altında gölgelendirecektir: Adâletli idareci, Allah'a ibadette yetişen genç.."[15]
"Şüphesiz ki Allah tövbe eden genci sever."
"Şüphesiz ki Allah gençliğini Allah'a taatle geçinen gençleri sever.[16]
"Gençlerinizin en hayırlısı ihtiyarlarınıza benzeyenleri, ihtiyarlarınızın en şerlisi ise, gençlerinize özenenleridir."[17]
"Gençler! Geceleri uyanık olmaya bakın. Hiç şüphesiz hayır hep gençliktedir."[18]
   Gerçekten de, gençlik enerjinin heyecanın en yoğun olduğu bir dönemdir. Güzel şeyler, en güzel bir biçimde gençlikte yapılır. İman genç ve dinç gönüllerde gür bir biçimde yeşerir. Amel, o dinç bedenlerde en güzel örneklerini verir. Hayırlar genç sahipleriyle dinamik ve şen olurlar. Bu yüzden ibadet te gençlikte, kabahat de gençliktedenilmiştir. Ama müslümana her zaman yakışan, ibadettir kabahat değil. Kabahat ise, işlenmeğe ve denenmeye değmez. İbadet gençliğe değer kazandırırken, kabahat onu yer, bitirir.
Peygamberimiz gençlere verdiği değeri, onların liyakatlilerini en yetkin görevlere getirerek tescil ediyordu. Bir kaç örnek verecek olursak: Peygamberimiz, Bedir savaşında henüz 21-22 yaşlarında bulunan Hz.Ali’yi sancaktar yapmış; Tebuk gazvesinde Neccaroğulları sancağını 20 yaşında bulunan Zeyd b. Sabit'e vermiş; kırk bin kişilik büyük bir orduya henüz 18 yaşında bulunan Üsame b. Zeyd’i komutan olarak atamış; 21 yaşındaki Muaz b. Cebel'i  kadı olarak Yemen'e göndermişti.
O, gençlere o kadar değer ve önem vermişti ki, müşrikler onun gençlerle oturup kalkmasını yadırgamaktaydılar. Bir defasında yanında Habbab, Suhayb, Bilal ve Ammar varken Kureyş ekâbirleri ona gelip şöyle dediler: "Ey Muhammed! Sen bunlara mı razısın? Demek Allah, aramızdan bunlara mı lütfetti? Şimdi biz, onlara mı tabi olacağız? Kov onları yanından, belki o zaman sana uyabiliriz!" "Bizim için onlardan ayrı bir oturum yap. Senin yanına Arap heyetleri geldiğinde biz bu çoluk çocuktan utanıyoruz. Bari biz yanına gelince onlardan uzaklaş. Biz gittikten sonra istersen onlarla otur." Peygamberimiz onların bu teklifini kabul eder gibi olunca da şu ayetlerle uyarıldı:[19]
"Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki onları kovarak zulmedenlerden olasın."[20]
"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma."[21]
Ayetler, peygamberimize ve onun şahsında tüm önderlere İslam(a gönül vermiş olan müminlere, toplum içerisindeki yerleri ne olursa olsun, değer vermenin gerekliliğini ve onlara katlanmanın zaruretini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Davetçiyi toplumun değer yargıları yönlendirmemelidir. Davet adamı Allah'ın değer yargılarını esas almalıdır. O'na göre üstünlük, Allah'a karşı yükümlülüklerini gerçek anlamda yerine getirmededir. Kim O'na iyi kul olursa, o üstündür. Çünkü Allah, insanların kalıplarına değil onların kalplerine bakar, dış görünüşlerine değil amellerine bakar.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Gençlik, insanın geleceğinin temelidir. Gelecekte kurulacak mükemmel şahsiyet binasını üzerinde taşıyan bir temeldir. Bu nedenle geleceğimizin teminatı olan gençliğimizi her türlü kötülükten, çürümüşlükten, zaaflardan korumalıyız. Bunda herkese büyük görevler düşmektedir. Şöyle ki:
Önce genç olanlar, gençliklerini ömürlerinin en verimli çağı olarak görmeli, onu en güzel ve donanımlı bir şekilde geleceğe hazırlamalı, her çeşit tahribattan onu korumalıdır. Onlar bilmelidirler ki günahlar, gençliği harap eden şeylerdir. Hiçbir günah, merak sâiki ile bir kerecik olsun denenmeye değmez. Zira tarih boyunca insanların denemediği günah kalmamış, işlenen hiçbir günahın da hiç kimseye zerre kadar hayrı/yararı olmamıştır. Bu nedenle gençler, toplumları nasıl olursa olsun, kendilerini ilim, irfan ve takva ile donatmalıdır. Bunun için de peygamberler başta olmak üzere, İslâm önderlerinin hayatları bol bol okunmalıdır. Unutulmasın ki, gençlik çoğu insanın kıymetini bilemediği, israf ettiği, ama nerede ve nasıl tüketildiği konusunda hesaba çekileceğimiz en önemli nimetlerden biridir.
İkinci olarak büyükler, gençlere iyi örnek olmalı, onları her türlü tahribattan korumalıdır. Bu meyanda asla gençliklerinde işledikleri kötülükleri onlara anlatmamalı, kendi düştükleri yanlışlara gençleri düşürmemek için tedbir almalıdırlar.
Üçüncü olarak yetkili olan her kurum, gençliğin önemini bilmeli ve gençleri iyiye, güzele yönlendirmeli, onları her türlü kötülük odaklarından korumaya yönelik önlemler almalıdırlar.
Her konuda örneğimiz olan Peygamberimiz, gençlik dönemi ile de bizler için en güzel örnektir. O, peygamber olarak görevlendirilmeden önce, yaşadığı topluma rağmen, bir insan olarak aklını ve iradesini kullanarak tertemiz bir gençlik yaşamıştır. Peygamber olduktan sonra da gençliğe büyük önem vermiş, saadet çağının altın neslini öncelikle gençlerden kurmuş ve bu altın nesli tüm zamanların insanlarına örnek olarak sunmuştur.