26 Şubat 2013 Salı

Kar Kırmızı Hocalı- Hocalı Katliamı



Kar Kırmızı Hocalı- Hocalı Katliamı
@oyatekin o gece biz ilk kes ermeninin turke nefretinin boyutunu gorduk,anladik ve sarsildik,bu vahset idi.
@oyatekin 1992 ci-ilde hocali katliyamida cocuklari kaz borularina doldurub sonra onun agzini baglayib oda atirdilar diri-diri yanirdilar
Bu sözler Hocalı Katliamı’na dair iki okurumun sözleri. İsimlerini kendilerine sormadığım için vermiyorum ama cümlelerini aynen veriyorum.
Yakın tarihimizin kanlı katliamını dile getiren bu sözleri. Bugün 21. yılında Hocalı Katliamı.
Birçok yerde acıyla hatırlanarak, unutturulmamaya çalışılıyor bu katliam.
Bizde bilmeyenlere yakın tarihimizin bu ayıbını anlatalım ya da unutanlara ısrarla unutturmaya çalışanlara hatırlatalım.
Sovyetler Birliği’nin son günlerini yaşadığı 1988’de Azerbaycan-Ermenistan arasında patlak veren altı yıl süren savaş sonrasında Ermenistan, Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini işgal etmiş, 1 milyondan fazla Azerbaycan vatandaşı iç kesimlere göç ederek hayatını zor şartlar altında sürdürmek sorunda kalmıştır.
Ermeni güçlerinin 1991’in sonlarına doğru ablukaya aldığı Hocalı, 2 bin 605 ailenin, toplam 11 bin 356 kişinin yaşadığı bir kasabaymış o zamanlar. Aralık 1991’de Karabağ’ın başkenti olarak kabul edilen Hankendi şehrini işgal eden Ermenililerin bir sonraki hedefi, bölgenin tek havaalanına sahip ve stratejik önem taşıyan Hocalı’yı ele geçirmektir.
Hocalı’nın etrafındaki bütün köy ve yolları tek tek ele geçiren Ermeni güçleri, kasabanın diğer illerle karayolu bağlantısını da keser. Diğer bölgelere tek ulaşım bağlantısı olan helikopter ulaşımını da 28 Ocak 1992’de, Şuşa Ağdam seferini yapan helikopteri vurmalarıyla ortadan kalkar.
Bu olayda, çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 44 sivil hayatını kaybeder.
Ocak ayının başlarından itibaren elektrik enerjisi de kesilen Hocalı’nın savunması, sadece hafif silahlarla silahlanmış yerel savunma güçleri ve az sayıdaki milli ordu askerlerinden ibarettir. 25 Şubat 1992’den itibaren Hocalı’ya saldırıya başlayan Ermeniler, bölgede bulunan Sovyet ordusunun Zırhlı Alayı'nın bütün araçlarını kullanarak, şehri iki saat boyunca top ve tank ateşine tutar. Saldırıdan bir gün sonra ise hafızalardan yıllarca silinmeyecek olan “Hocalı Katliamı” yaşanır.
Bu savaşın, hafızalardan silinmeyen en acı olaylarından biridir Ermeni güçlerinin 26 Şubat 1992’de Hocalı’da yaptığı katliam.
Resmi verilere göre, Hocalı Katliamı’nda savunmasız durumdaki 106’sı kadın, 83’ü çocuk olmak üzere toplam 613 Azerbaycan vatandaşı hayatını kaybetmiştir.
Katliamdan 487 kişi ağır yaralı olarak kurtulurken, Ermeni güçleri bin 275 kişiyi rehin almıştır. Bunlardan 150’sinden haber alınamamış, esirler yıllarca uluslararası kurumlardan gizli olarak köle gibi çalıştırılmış, hatta esir kadınların fuhşa zorlandığı haberleri bile alınmıştır.
Katliamdan sonra bölgeye giden yabancı basına yansıyan görüntülerse şu şekildedir;
14 Mart 1992 tarihli Fransız “Le Monde” gazetesi katliama dair, “Ağdam’da bulunan basın mensupları, Hocalı’da öldürülmüş kadın ve çocuklar arasında kafa derisi soyulmuş, tırnakları çıkarılmış üç kişi görmüşler. Bu, Azerilerin propagandası değil bir gerçektir” ifadelerini kullanmıştır. Rus “İzvestiya” gazetesi ise 4 Mart 1992 tarihli sayısında “Kamera kulakları kesilmiş çocukları göstermiştir. Bir kadının yüzünün yarısı kesilmişti. Erkeklerin kafa derisi soyulmuştu” ifadelerine yer vermiştir. Benzer tasvirler İngiliz, Ukrayna, Bulgaristan ve daha birçok yabancı medya organında da yer almıştır.
Katliam sonrasında ise Ermeni çetecilerin yaptıklarından bir kesit.
İki kesik Azeri kadın başını kale direği yapmışlar, top arayışına girmişlerdir. Başı tıraşlı bir çocuk bulup getirdiklerinde ise Ermeni çeteci sevinçle bağırdı: -Asixn ma/, çimi yev bızdıge, aveg gındırnadabidi. Gıdıresek... (Bu hem saçsız hem de küçük, iyi yuvarlanır. Kopartın...) Aynı anda çocuğun gövdesi bir tarafa, başı da orta yere düşmüştü...
Ermeniler zafer naraları atarak, kanlı postalları ile kesik çocuk başına vurarak kanlı bir kaleye gol atmaya çalışıyordu.
Bu olay ve benzerleri Hocalı'da bundan çok değil yalnızca 21 yıl önce yaşandı. Bu olay Ermeni çetecilerin katliamlarına bizzat şahit olan görgü tanıklarının anlatımlarıdır. İfadeleri aynen verdim.
Tüm dünyanın gözleri önünde meydana gelen Hocalı Katliamı’na, uluslararası kurumlar ise sessiz kalmayı tercih etmişlerdir.
BM Güvenlik Konseyi 1993’de 4 karar kabul etmiş olsa da, bu kararlar Hocalı Katliamı ile ilgili değil, “Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgal ettiğine” yöneliktir.
Ünlü Ermeni yazar Zori Balayan, kendisinin de bizzat katıldığı katliamı, “Ruhumuzun Dirilişi” isimli kitabında ayrıntılarıyla anlatmakta bir sakınca görmemiştir.
Azerbaycan ise, Ermeniler tarafından yapılan bu katliamın “soykırım” olarak tanınması için dünya çapında kampanya başlatmışlardır. Meksika Senatosu, Pakistan Senatosu, Kolombiya Parlamentosu, Çek Cumhuriyeti Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi, ABD'nin Teksas, New Jersey, Massachusetts, Georgia eyaletlerinde kabul edilen kararlarda Hocalı Katliamı “soykırım” olarak nitelendirilmiştir.
Peki, bu yeterli midir?
Ermenilerin bizlere karşı yürüttükleri lobilerle soykırımı kabul ettirmek için verdikleri mücadelenin yanında maalesef ki yetersizdir.
Onlar kendilerine yapılanı bir soykırım olarak nitelerken, yakın tarihte kendilerinin bizzat yaptıkları bu eylemi bir gurur göstergesi olarak kitaplarına almaları iki yüzlüğüne ortak olanlar ise başka bir ayıbın parçasıdırlar.
Resmi rakamlar 613 kişi dese de o gün ölenlerin sayısının 1300 olduğu bilinmektedir.
Hocalı kana bulanırken sessizliğe gömülenler bugün yine aynı sessizliktedirler.
BM bu konuda bir şey yapmamıştır. Peki, Türkiye? Türkiye de havanda su dövmüştür. Bu soykırımı kabul ettirmek için Türkiye de bir şey yapmamıştır.
Yani Azerbaycan bu haklı mücadelesinde 21 yıldır tek başınadır. Siyasi arenada göstermemiz gereken birliği bu olayda yeterince gösteremedik ve dünya gündemine oturtamadık bu soykırımı.
Şimdi Hocalı Katliamı’nın 21. Yılında düzenlenen etkililiklerle hatırlıyor, hatırlatıyoruz peki yarın 27 Şubat olduğunda Hocalı Katliamı’na dair ne olacak elimizde? Soykırım olduğunu kabul ettirmeden orada ölenlerin ruhları rahat edecek, kalanların acıları dinecek midir?
Yapılan etkinlikler buna yetecek midir?
AB projesi kapsamında Aydın ve İzmir’de kalkınma ajanslarını ziyaret eden Kosova Belediye başkanlarından oluşan bir heyet ve “Sözde Ermeni Soykırımı, Karabağ sorunu ve Hocalı” konulu panel için İzmir’e gelen Azerbaycan Milletvekili Ganire Paşayeva, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nu da ziyaret etmiştir.
İzmir bu anlamda fazlasıyla duyarlı panelde bir kez daha katliam konuşulacak, hatırlanacak ama yine biz kendimiz söyleyip kendimiz dinleyeceğiz.
İşte bunu aştığımız gün tüm dünyaya dinlettiğimiz gün Hocalı’da rahat uyuyacak. Ogünlerin biran önce gelmesi dileği ile Hocalı Katliamı’nda ölenleri anıyor ruhları şad olsun diyorum. Sizi unutmayacak, unutturmayacağız bir gün dilerim bu zulmü tüm dünyaya da soykırım olarak kabul ettireceğiz…

22 Şubat 2013 Cuma

Gençliğin Kurtuluşu KİM’de?



Yaş Değil; Ruh İşi…
“Gençlik” mefhumu,her zaman ve mekânda insanları şu veya bu şekilde heyecanlandırmıştır. İçinde her daim keşfedilmeye değer cevherler bulunduran bu mefhum, bir yandan kestirilemez gücü ve kuvvetiyle çözümlenmeyi beklerken, bir yandan da “kim bilir nelere gebe” potansiyeliyle de ciddiye alınmamayı affetmeyendir.
Bu minvalde gençlik, şöyle-yada böyle her zaman gündemdeki yerini korumaya devam eder...
İlk bakışta bile göze çarptığı gibi, kimilerinin, en kabasından bir “sermaye” olarak gördüğü bu gençlik; kimilerine de “iyi bir sömürge malzemesi” şeklinde görülür…Yaşı geçkin olanlarından daha “iyi niyetlileri”, mevzuuyu “gençler bilebilse” sığlığıyla ele ala dursun; her aynı sığlıkla her ân;“ona öyle demezler, Bey Amca!” ukalalığıyla karşılığını bulabilirler…
Geçelim…
Bizim fikriyatımızda gençlik, “yaş” değil, ruh işidir…
Gençlik, zamanın her zerresiyle hakkını verme sorumluluğunu kuşanan, dâvâ mesuliyetini ruhunda tazelikle taşıyandır…
Hemen söyleyelim ki, bu dairenin içine girmeyenleri “genç”ten saymıyor ve onları tanımıyoruz!..
Köşe-bucak “piyasa” yapan, bütün mesaisini “10 gram et-üç gram hormon” için harcayan, çocukluktan kalan saflığının, iki kutu birayla ırzına geçenleri istesek de tanıyamıyoruz… Çünkü onlar, hep özendikleri gibi şu veya bu şekilde “büyümüş”ler meğerse!..
Tanıyamıyoruz derken teşbihten öte; sahiden öyle…
Mesela, bir gün geç saatte evime doğru giderken, köşe başında çömelmiş siluetler gördüm… Biraz daha yakınlaşınca içlerinden biri bana doğru yönelerek “iyi akşamlar” dedi… Durdum, baktım… Tanımadığımı anladı ve takdim etti:
-“Ağbi, benim Serkan”
-“Hangi Serkan?”
-“Sinan’ın kardeşi… “ deyince hatırladım…
Bu saatte burada, ne yaptıklarını sordum. “Müslüm takılıyoz, biralamaca yapıyoz ağbi” dedi… Karşımda “hafif sarhoşlamış”-çakmak çakmak olmuş gözleriyle sırıtan çocuk 15 yaşında ya var; ya yoktu!..
Bizim Gençliğimiz…
Halbuki bizim anlayışımızdaki gençlik; olanca enerji ve kuvvetini Mutlak Hakikat’in emrine veren, gerektiğinde gözünü kırpmadan canını tehlikeye atandır.
Biz, “gençliğimizi” ablak suratından değil; küfre karşı meydan yerine çıkıp, hesap soruşundan, düşman bellediği bu Allahsız sistemin, köpeklerine karşı kafa tutuşundan ve aynı köpeklere boyun eğmeden “dik duruş”undan tanıyoruz…
Biz, genç olmayı, mukaddes dâvânın yükünü sırtlanmak, bunun liyakatine erme ızdırabıyla yanıp- kıvranmak diye biliyoruz…
Çözüm Örgütlenmek…
Az önce misalini verdiğimiz o “genç”ten binlercesi mevcut… Daha kötüsü bu, onlarca çeşit hastalığın içindeki diğerlerinin yanında çok daha “masum” kalır…
“Fikir, zıddını bırakma işidir” ölçüsüyle bakınca, onları her ne kadar “tanımasak-tanıyamasak” da, elbette görmezden gelemeyiz, gelmiyoruz ...
Görmezden gelmiyoruz çünkü, -“anlam” versin veremesin- hepsinin bir derdi- bir tepkisi var aslında…
Kimi tornada ustasına, kimi ayyaş olan babasına, kimi okulda, kendini küçük düşüren hocasına, kimi anasına, kimi bilmem neyine veya nesine…
Kırgınlar, kızgınlar, üzgünler… Çünkü gençler her şeye rağmen hala hassaslar…
En “hastası” bile, bahsettiğimiz o “potansiyel cevheri” içinde taşıyor…
Ama ne yazık ki, gençlerin bu ölümcül öfkeleri, bilinçli ve sistematik bir tarzda- Batı bataklığına kanalize ediliyor…
Ve böylece, hepsinin ortak noktası bu pisliğe kapılıp, doğru tepki verememelerinde oluyor…
Enerjilerini yanlış yerlerde harcadıkları gibi, tepkilerini de yanlış yerlerde gösteriyorlar…
Aslında bu onların suçu değil…. Bu, içinde yaşadıkları Mutlak Fikir yoksunu “başı-bozuk”ların, kendilerine nüfuz etmesinden başka bir şey de değil…
İşte tam da bu noktada, örgütlenmenin kaçınılmaz çare olduğunu söylüyoruz.
Seyirciliğin kolaycığıyla değil; tepeden inme bir tavırla, hareketimizden misâlleriyle, bir aksiyon hamlesiyle…
Teyakkuz, Taarruz…
Bugün dünyanın her yerinde gençlik; Batı hayat tarzının kendisine dayattığı pisliğin içinde ya boğulup gidiyor, ya da öfkesini aksiyona dönüştürüp, buna Alparslan Arslan gibi, Malatya’lı, Trabzonlu, Sorgunlu, Güney Koreli gençler gibi teyakkuza geçip, taarruz üslubuyla cevab veriyor…
Eğer bu öfke, bu teyakkuz, bu taarruz doğru bir aksiyon mihrakına bağlanmazsa, ortalık kaba “eşkıya”dan geçilmez... Burada örgütlenmenin önemi tekrar görünüyor…
Örgüt, dağınık hareketleri düzenleyen, sağladığı ideolojik formasyonla, hedefi netleştiren, eylem gücünü kat be kat arttıran özellikleriyle yapılan her işi bir gayeye bağlayıcıdır.
Yoksa, bir takım heyecanlara kapılıp yapılan iş, aksiyon değil daha önceden de işaretlediğimiz gibi kuru “tepkiler” olmaktan kurtulamaz…
Bunun yanında örgüt, “yetiştirici” özelliğiyle, tavır alma alışkanlığı ve karar verme gücünü arttırmasıyla da, gençlerin bütün gereksinimlerine en doğru cevabı veren yegane sistemdir…
Kölelikten Hürriyete…
Batı hayat tarzının tacizinden bunalan, öfkesini bir türlü ifade edemeyen, mimiklerini bile düzenleyecek kadar kendisine müdahale eden bu sistem karşında hemen şimdi yapılması gereken tek şey, Batı’nın ruhlara enjekte ettiği hayvanca hayat tarzından bir ân önce kurtulup, Büyük ALLAh”ın dünya görüşünü kuşanmaktır…
Bundan sonra atılacak her adım, hayat tarzının ALLAH’a muhatab olmasıyla kendiliğinden gelecektir…
ALLAh inancını yani İslami degerlerini “nerede ne yapılması gerektiğini” düzenleyen pozitif müdahaleciliğini özümseyen genç; artık “gerektiği yerde gerekeni yapmak” ölçüsünü cebine koyup, “Kendinden Zuhur”un hürriyetiyle, bütün dünya sahasında bir eylem serbestisiyle at koşturacaktır…
O artık, “Allah yolunun esiri” olmakla, dünyanın en hür insanı olmuştur…
Cevap:
Gençliğin Kurtuluşu yalnızca ALLAH yolundadır…
En iyi temenni ve dileklerimle görümsek dileğiyle Allaha emanet olun saygılarımla!!!….

Geleceğin Güvencesi Gençlik



Gençlik, insanın geleceğinin temelidir, gençlik de toplumun geleceğinin teminatıdır. Temiz ve kişilikli bir gençliğe sahip olanlar, kâmil insan olmanın temelini atmışlar demektir. İyi bir gençliğe sahip olmayanlar, iyi bir alt yapıya sahip değiller demektir. Böyleleri ileriki yaşlarında düzelmiş olsalar bile, gençlik dönemlerinde yaşadıkları kötü tecrübeler, onların olgunluk dönemleri etkiler. Bu yüzden pek çok insan, geçmişe dönük pişmanlıklar içerisinde olur.
En kâmil insanlar arasından seçilen peygamberler, her bakımdan temiz bir çocukluk ve gençlik dönemlerine sahiptirler. Onlar, seçilmiş insanlardır. Yüce Allah, oları pek çok insanın arasından seçip görevlendirmiştir. Peygamberlik Allah vergisidir, ama peygamberlikle görevlendirilenler de seçilmeyi hak etmiş kimselerdir. Peygamberler, günahtan korunmuş ma’sûm kimselerdir. Onların peygamber olmadan önce, günahlardan korunmuş olup olmadıkları tartışılmış olsa bile, genellikle peygamberler temiz bir geçmişe ve gençlik dönemine sahip kimselerdir.
Son peygamber Hz. Muhammed aleyhisselam da yaşadığı tertemiz çocukluk ve gençlik dönemleri ile her zamanın gençlerine en güzel örnektir. Üstelik O, yetim ve öksüz büyümesine rağmen kirli toplumda temiz kalabilen bir gençtir. Yaşadığı toplumda her çeşit günah, pek çok insan tarafından işlendiği halde, o bunlardan kendini korumasını bilmiştir. Kaynaklarımız, onun gençlik dönemi ile ilgili şu bilgilerle doludur:
Peygamberimiz, yetişkinlik çağına kadar mertlik ve insanlıkta kavminin en üstünü, ahlakça en güzeli, komşuluk haklarını en fazla gözeteni, doğru sözlülükte en başta geleni, eminlik ve güvenilirlikte en büyüğü, kötülükten en uzak olanı idi. Bunun için kendisine kavmi arasında el-Emîn/yani güvenilir kişi, güven veren insan denirdi.[1]
O, peygamber olmadan önce de ne puta tapmış, ne içki içmiş, ne de putlar için yapılan şenlik ve törenlere katılmış, ne de putlar adına kesilen etlerden yemiştir. O, bu gerçeği şöyle anlatır: Ben, kitap ve imanın ne olduğunu bilmezken bile, Kureyşlilerin küfür üzerinde bulunduklarını bilmekten uzak kalmışımdır.[2]Nitekim o peygamber olduktan sonra, insanları tevhide ve ahlakî güzelliklere çağırınca, geçmişi ile ilgili bir itirazla karşılaşmamıştır. Hiçbir kimse, bugün sen bunları bize söylüyorsun, ama düne kadar onları sen de işlemiştindiyememiştir.
Onun bu tertemiz geçmişi Kur’ân’da şöyle ifade edilmiştir: “Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?”[3] Ben peygamber olmadan önce kırk yıl aranızda yaşadım. Siz benim doğruluğumu, dürüstlüğümü, emanete hıyanet etmeyişimi, ümmiliğimi biliyorsunuz. Ben gençliğimde hiç Allah’a isyan etmedim, putlara tapmadım, asla yalan söylemedim, hiç aldatmadım… Şimdi siz benden, böyle bir şeyi yapmamı nasıl istersiniz?[4]
Onun sahip olduğu güzelliklerini anlatan Kur’ân ayetlerinin biri de şöyledir:
“Gerçekten sen büyük bir ahlak üzeresin.”[5] Fatiha ve Alak suresinden sonra üçüncü sırada inen Kalem suresinin bu ayeti, onun Kur’ân öncesi sahip olduğu güzelliklerini açık bir şekilde tescil etmektedir. Çünkü bu tespit yapıldığında henüz onun tüm hayatını kuşatan Kur’ân ayetleri inmemişti. Ama o, büyük bir ahlak üzere bulunuyordu. Daha sonra Onun Kur’ân’la daha da olgunlaşan ahlakî kişiliğini eşi Hz. Ayşe şöyle özetlemiştir:“Onun ahlakı Kur’ân’dı.”[6]
Hangi ortamda yaşarsa yaşasın Müslüman gidişata seyirci kalamaz. Gündemi yakından takip eder. Gidişat, iyi ise, ona destek olur ve onun daha iyi bir şekilde devam etmesi için gayret eder; kötü ise onu düzeltmek için çalışır. Peygamberimiz, henüz peygamber olmadan önce Mekke’de yaşanan haksızlıklara dur demek için kurulanerdemliler hareketinin aktif bir üyesi olarak kötü gidişata dur demek için seferber olmuştu.
Mekkelilerden ve oraya dışardan gelenlerden haksızlığa uğramış her kim olursa olsun mazlumun hakkını geri almak, zalime karşı mazluma yardım etmek, zayıfın hakkını güçlüden, garibini hakkını yerliden almak ve adaleti aralarında hâkim kılmak üzere kurulan Hılfu’l-Fudul hareketine katılmıştır. Daha sonra da Ben ona İslam döneminde de çağrılsam mutlaka icabet ederim buyurmuştur.[7]
Peygamber olmadan önce ticaret ortaklığı yaptığı Sâip b. Ebî Sâip, Mekke fethinde Müslüman olarak Peygamberimizin huzuruna geldiğinde şunları söylemiştir: Sen benim ortağımdın ve ne iyi ortaktın![8]
Hz. Hatice ile evlenirken nikâh merasiminde söz alan amcası Ebû Talip henüz yirmi beş yaşındaki yeğenini şöyle tanımlıyordu: “Doğrusu Muhammed, Kureyş’in hiçbir gencine benzemeyen, onlardan hiçbiriyle bir tutulamayan bir gençtir. Çünkü o, şeref, asalet, erdem ve akıl bakımından onlardan ayrılır.”[9]
Azatlısı olan Zeyd’e sen bizim kardeşimiz ve azatlımızsın diye iltifat ederdi. Zeyd ise onda gördüğü güzellikleri şöyle anlatmıştı: Yemin ederim ki, ben sana hiç kimseyi tercih etmem. Sen bana, hem annem hem de babam makamındasın… Ben onda öyle şeyler gördüm ki, babamı bile ona tercih etmem, ben ondan hiçbir zaman ayrılmayacağım.[10]
Otuz beş yaşlarında iken Ka’be tamir edilmiş ve Hacerü'l-Esved'in yerine konulmasında Mekkeliler arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Sonunda mescidin kapısından ilk giren kişinin hakemliğine razı olma konusunda anlaşmışlardı. O kişinin Hz. Muhammed olduğunu görünce şöyle bağrışmışlardı: "Bu güvenilir kişidir. Bu Abdullah oğlu Muhammed'dir. Onun vereceği karara razıyız!"[11]
Kendisine ilk vahiy geldiğinde, gördüğü manzara karşısında endişelenip korkuya kapılan Hz. Peygambere vefakar ve fedakar eşi Hz. Hatice şöyle diyordu: “Sen rahat ol, üzülme. Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla utandırmayacak, ele güne rezil etmeyecektir. Çünkü sen, akrabalık bağlarını gözetirsin. Hep doğru söylersin. Emanete hıyanet etmezsin. Sıkıntılara katlanmasını bilirsin, güçsüzlerin elinden tutarsın. Misafir ağırlamayı seversin. Zor durumda kalan mağdurların hakkını korumak için onlara yardım edersin.”[12]
Onun sahip olduğu bu güzellikler, düşmanları tarafından bile teslim edilmişti. Rum Kayseri Heraklius, elçi olarak huzurunda bulunan, o zaman müşriklerin önde gelenlerinden olan Ebu Süfyan’a Peygamberimizin özellikleri ile ilgili sorular sormuş ve aralarında şöyle bir diyalog geçmişti:
-Bundan önce, onun hiç yalan söylediğine tanık oldunuz mu?
-Hayır, asla böyle bir şeye tanık olmadık.
-İnsanlara yalan söylemeyen, vallahi Allah’a yalan söylemez![13]
Habeşistan’a hicret eden Cafer b. Ebî Talib de Necaşî’nin huzurunda şunları söylemişti: “Ey Kral! Allah içimizden, aramızda yaşadığı kırk yıl doğruluğu, dürüstlüğü, asaleti, emanete riayetkarlığı ile tanıdığımız bir kimseyi peygamber gönderdi..”[14]
PEYGAMBERİMİZİN GENÇLİĞE VERDİĞİ ÖNEM
Kendisi mükemmel bir gençlik dönemi yaşamış olan Peygamberimiz, gençlere büyük önem vermiş, onları hep iyiye, güzele yönlendirmiş; ilk Müslüman gençlerden mükemmel şahsiyetler yetiştirdikten sonra gencecik yaşta onları büyük görevlere getirerek onura etmiştir. Onun konu ile ilgili hadislerinden bir kısmı şöyledir:     
"Yedi sınıf insan vardır ki, Allah onları, hiçbir korumanın olmadığı bir günde, kendi koruması altında gölgelendirecektir: Adâletli idareci, Allah'a ibadette yetişen genç.."[15]
"Şüphesiz ki Allah tövbe eden genci sever."
"Şüphesiz ki Allah gençliğini Allah'a taatle geçinen gençleri sever.[16]
"Gençlerinizin en hayırlısı ihtiyarlarınıza benzeyenleri, ihtiyarlarınızın en şerlisi ise, gençlerinize özenenleridir."[17]
"Gençler! Geceleri uyanık olmaya bakın. Hiç şüphesiz hayır hep gençliktedir."[18]
   Gerçekten de, gençlik enerjinin heyecanın en yoğun olduğu bir dönemdir. Güzel şeyler, en güzel bir biçimde gençlikte yapılır. İman genç ve dinç gönüllerde gür bir biçimde yeşerir. Amel, o dinç bedenlerde en güzel örneklerini verir. Hayırlar genç sahipleriyle dinamik ve şen olurlar. Bu yüzden ibadet te gençlikte, kabahat de gençliktedenilmiştir. Ama müslümana her zaman yakışan, ibadettir kabahat değil. Kabahat ise, işlenmeğe ve denenmeye değmez. İbadet gençliğe değer kazandırırken, kabahat onu yer, bitirir.
Peygamberimiz gençlere verdiği değeri, onların liyakatlilerini en yetkin görevlere getirerek tescil ediyordu. Bir kaç örnek verecek olursak: Peygamberimiz, Bedir savaşında henüz 21-22 yaşlarında bulunan Hz.Ali’yi sancaktar yapmış; Tebuk gazvesinde Neccaroğulları sancağını 20 yaşında bulunan Zeyd b. Sabit'e vermiş; kırk bin kişilik büyük bir orduya henüz 18 yaşında bulunan Üsame b. Zeyd’i komutan olarak atamış; 21 yaşındaki Muaz b. Cebel'i  kadı olarak Yemen'e göndermişti.
O, gençlere o kadar değer ve önem vermişti ki, müşrikler onun gençlerle oturup kalkmasını yadırgamaktaydılar. Bir defasında yanında Habbab, Suhayb, Bilal ve Ammar varken Kureyş ekâbirleri ona gelip şöyle dediler: "Ey Muhammed! Sen bunlara mı razısın? Demek Allah, aramızdan bunlara mı lütfetti? Şimdi biz, onlara mı tabi olacağız? Kov onları yanından, belki o zaman sana uyabiliriz!" "Bizim için onlardan ayrı bir oturum yap. Senin yanına Arap heyetleri geldiğinde biz bu çoluk çocuktan utanıyoruz. Bari biz yanına gelince onlardan uzaklaş. Biz gittikten sonra istersen onlarla otur." Peygamberimiz onların bu teklifini kabul eder gibi olunca da şu ayetlerle uyarıldı:[19]
"Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki onları kovarak zulmedenlerden olasın."[20]
"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma."[21]
Ayetler, peygamberimize ve onun şahsında tüm önderlere İslam(a gönül vermiş olan müminlere, toplum içerisindeki yerleri ne olursa olsun, değer vermenin gerekliliğini ve onlara katlanmanın zaruretini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Davetçiyi toplumun değer yargıları yönlendirmemelidir. Davet adamı Allah'ın değer yargılarını esas almalıdır. O'na göre üstünlük, Allah'a karşı yükümlülüklerini gerçek anlamda yerine getirmededir. Kim O'na iyi kul olursa, o üstündür. Çünkü Allah, insanların kalıplarına değil onların kalplerine bakar, dış görünüşlerine değil amellerine bakar.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Gençlik, insanın geleceğinin temelidir. Gelecekte kurulacak mükemmel şahsiyet binasını üzerinde taşıyan bir temeldir. Bu nedenle geleceğimizin teminatı olan gençliğimizi her türlü kötülükten, çürümüşlükten, zaaflardan korumalıyız. Bunda herkese büyük görevler düşmektedir. Şöyle ki:
Önce genç olanlar, gençliklerini ömürlerinin en verimli çağı olarak görmeli, onu en güzel ve donanımlı bir şekilde geleceğe hazırlamalı, her çeşit tahribattan onu korumalıdır. Onlar bilmelidirler ki günahlar, gençliği harap eden şeylerdir. Hiçbir günah, merak sâiki ile bir kerecik olsun denenmeye değmez. Zira tarih boyunca insanların denemediği günah kalmamış, işlenen hiçbir günahın da hiç kimseye zerre kadar hayrı/yararı olmamıştır. Bu nedenle gençler, toplumları nasıl olursa olsun, kendilerini ilim, irfan ve takva ile donatmalıdır. Bunun için de peygamberler başta olmak üzere, İslâm önderlerinin hayatları bol bol okunmalıdır. Unutulmasın ki, gençlik çoğu insanın kıymetini bilemediği, israf ettiği, ama nerede ve nasıl tüketildiği konusunda hesaba çekileceğimiz en önemli nimetlerden biridir.
İkinci olarak büyükler, gençlere iyi örnek olmalı, onları her türlü tahribattan korumalıdır. Bu meyanda asla gençliklerinde işledikleri kötülükleri onlara anlatmamalı, kendi düştükleri yanlışlara gençleri düşürmemek için tedbir almalıdırlar.
Üçüncü olarak yetkili olan her kurum, gençliğin önemini bilmeli ve gençleri iyiye, güzele yönlendirmeli, onları her türlü kötülük odaklarından korumaya yönelik önlemler almalıdırlar.
Her konuda örneğimiz olan Peygamberimiz, gençlik dönemi ile de bizler için en güzel örnektir. O, peygamber olarak görevlendirilmeden önce, yaşadığı topluma rağmen, bir insan olarak aklını ve iradesini kullanarak tertemiz bir gençlik yaşamıştır. Peygamber olduktan sonra da gençliğe büyük önem vermiş, saadet çağının altın neslini öncelikle gençlerden kurmuş ve bu altın nesli tüm zamanların insanlarına örnek olarak sunmuştur.

Osmanlı’da kadın dışlanır mıydı?


Yavuz Bahadıroğlu / Yeni Akit


Ey kendilerini “Kemalist Gençlik” olarak tanımlayıp, Osmanlı tarihine ilişkin olarak yazdıklarıma itiraz eden grubun mensupları! Diyorsunuz ki: “Osmanlı’da kadın hakları yoktu…”

Bu da külliyen yalan ve demagojiden ibaret bir iddiadır! Zira bugünkü anlamda “kadın hakları” zaten daha dünkü iş: Bu topraklarda kadın, hem kadınlık hem de annelik kimliğiyle baş tacı edilirken, tekmil Avrupa’da aşağılanıyor, sözün tam mânâsıyla “köle” muamelesi görüyordu.

Harem’deki cariyeler bile Avrupa’nın “özgür kadın”larından daha “özgür”dü. Osmanlı sarayında en yüksek tahsisatı valide sultanın alması, Kösem Sultan, Hürrem Sultan, Safiye Sultan gibi kadınların erkekler dünyasında öne çıkabilmesi bunun sonucudur.
Hatta meşhur tarihçimiz Âşıkpaşazade, Osmanlı Devleti’ni kuranların Anadolu’ya gelişlerinde önemli bir misyon üstlenmiş “Bacıyan-ı Rûm” isimli bir kadın örgütlenmesinden bahseder.

Binlerce kadın vakfı ise, kadının sosyal hayatta da etkin olduğunu gösterir.
Osmanlı’da kadın, sadece “anne” kimliğini taşımakla yetinmemiş, yanı sıra, geleceği belirleme konusunda da son derece etkin görevler ve sorumluluklar üstlenmiş, derin saygı görmüştür…

Zaten Bursa yolunda önderini kaybeden Kayı Aşireti bir kadın önderin (Hayme Ana) peşinde Söğüt-Domaniç aralığına yerleşmiş, Osmanlı Devleti’ni doğurmak üzere, Anadolu’yu bir kadın önder mayalamıştır.
İnsanın başlangıcında nasıl Hz. Havva varsa, İslâm’ın başlangıcında nasıl Hz. Hatice varsa, Osmanlı’nın Anadolu’ya girmesi (Bacıyan-ı Rûm) ve yerleşik düzene geçmesinde de bir kadın vardır…

Bu yapı son zamanlara kadar korunmuştur. O kadar ki, Çanakkale’de ve Kurtuluş Mücadelesi’nde kadınlarımızın yaptığı fedakârlıklar, eski dönemden gelen tarihsel işlevin bir uzantısıdır…

Bunun ilham kaynağı da kuşkusuz Kur’an’dır…
Düşünün ki, Kur’an’da erkeklere tahsisli özel bir sure yokken, kadınlara “Nisa” ve “Meryem” olmak üzere iki sure tahsis edilmiştir.
Efendimizin Veda Hutbesi’ne bakın: 13-14 paragraftan ibaret olan son hutbesinin on iki paragrafı tüm dünya ve ahret işlerine ayrılırken, kadınlara ve kadın haklarına özel iki paragraf ayrılmıştır.

Peygamberimizden (sav) sonraki ilk Müslüman da yine bir kadındır: Hz. Hatice…
Bu muhteşem kadın, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir dönemde, iş kadını olarak kendini kabul ettirebilmiş, sevdalandığı insana (Efendimize) evlenme teklif edebilecek kadar da cesur ve mert davranabilmiştir.

Peygamber-i Âlişan, peygamberlik müjdesini alır almaz akrabalarından herhangi bir erkeğe değil, sadece Hz. Hatice’ye sırrını açmıştır…

Onunla bütünlenerek güçlenmiş, moral bulmuş, onun desteği ile peygamberliğini açıklamıştır.

Böyle bir inanca mensup, hatta “hilafet” sıfatıyla bu inancın önderliğini yapmakla yükümlü padişahın kadını “hak” ve “hukuk”tan mahrum etmesi mümkün müdür?
Allah aşkına, Cumhuriyet döneminde verildiği varsayılan “kadın hakları”nın kadını sokağa, podyuma, ekrana sürüklediğini, “zevk aracı” olarak görüldüğünü, aşağılandığını, dövüldüğünü, hatta öldürüldüğünü, bugünkü anlamda “kadın hakları”nın kadını perişan ettiğini hâlâ görmeyecek misiniz?

"Asım'ın nesli" Akif'in nesi olur?


Bu ümmetin, her meslek erbabından olmak üzere, Âkif gibi, İslâm ahlâkıyla yaşayan, samimi, mert, korkusuz aydınlara ihtiyacı vardır. Böyle bir ahlâkla yetişmiş fikir adamlarına ve din âlimlerine olan ihtiyacımız, her şeyin üstündedir. Elzemdir.
Sezai Karakoç,  ‘Büyük insanların ölümleri bir bakıma doğuşlarıdır.’  der. Onların doğumları uzun sürer. Bütün bir hayat onlar için doğumdur.  Çektikleri çile bir ömür süren bir doğum sancısıdır. Ne zaman ki ölürler, işte o zaman tam doğmuş olurlar. Sonra yüzyıllar içinde serpilip gelişeceklerdir. Bir çağda rüşte erecekler, bir çağda delikanlıdırlar, bir çağda olgunlaşırlar, bir çağda da iyice yaşlanırlar.
İşte Âkif gibi yiğitler bu çağın ve her çağın yaşayan canlı tanıklarıdır. Onların ahlâkı toplumun ahlâkıdır. Onların kalemi toplumun sesi, ümmetin nefesidir.
Âkif’i tanımak, onun Safahat’ını okumaktan geçer. Safahat’ı baştan sona bir kere okumak yetmez. O bir başucu kitabıdır. O bir şiir kitabı değil, fikir eseridir. Bu eserde, milletimizin, ümmetimizin, tarihi yükselişi ve düşüşü, bunun sebepleri, fert ve cemiyet olarak tahlili, zekâsı, nüktesi, edebiyatı, şehri, sokağı, evi, âilesi, acıları ve sevinçleri vardır.
Âkif’i tanımanın bir başka yolu da onu sevenlerin ve Âkif uzmanı olmuş şahsiyetlerin çalışmalarını okumaktır. İşte M.Ertuğrul Düzdağ hocamız onlardan biridir. Ömrünü Âkif hakkında araştırmalara vermiştir. Kendisi aynı zamanda Mehmet Âkif’in hayatı, eserleri, fikirleri, çevresi hakkında gerekli araştırmaları yapmak, yaptırmak ve bu suretle milli kültürümüze ve fikir hayatımıza faydalı olmak amacıyla kurulmuş olan ‘Mehmed Âkif Araştırmalar Merkezi’nin kurucularından biridir.
‘Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları’ndan çıkan ‘Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar’kitabı üç cilt olup, M.Ertuğrul Düzdağ hocanın kaleminden çıkmış kaynak eserlerden biridir.
Âkif portresi, okuyanın kalbinde modellik çizgisinin başına oturur. Kitaptaki bu başarı ve sade dil yazarın emeğinin bir ürünüdür. Yazar 1972’den bu yana geçen otuz sekiz sene zarfında yakın tarihle meşguliyetinden dolayı Âkif’in yaşadığı zamana ait birçok eser okumuş, Âkif’e dair yazılmış kitapların hemen hemen hepsini görmüştür. Sebilürreşad dergisinin 641 sayısını da gözden geçirmiş ve Âkif’in oradaki yazılarını neşre hazırlamıştır. Safahat’ı çeşitli vesilelerle elli defadan fazla okuduktan sonra anlamaya başladığını tüm samimiyetiyle itiraf etmiştir.
 ‘Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar’ın birinci kitabı; 1936 Haziran’ında Mısır’dan Türkiye’ye döndükten sonra eski dostlarından olan Nevzad Ayas’ın  Âkif’le yapılmış mülâkatı ile başlamaktadır. Âkif’in ailesi, yakın çevresi, tahsili ve mesajları ile ilgili geniş ve taze bilgiler içerir.
Nasıl bir aile yetiştirmiştir onu. Kitabın bu bölümünde onu yakından tanımaya bir adım daha yaklaştıracak olan aile ailesi ön plana çıkar. “Mehmed Âkif’i yetiştiren aile” tanıtılarak, ancak ahlak timsali olan böyle bir babanın, Âkif gibi bir evlat yetiştirebileceği söylenir. Onların ailevi ilişkileri üzerinden topluma mesajlar verilip, hocaları ve arkadaşları üzerinden tesirli menkıbeler anlatılır.
 
‘İslam âilesi yıkılırsa milletimizin bin yıldır yaşadığı bu büyük aile de yıkılacaktır. Mehmet Âkif bunlara şiddetle karşı çıkar. ‘Biz gâyesiz bir fikir ile her şeyi yıktık.Yıkılmayan bir âile kaldı. Yıkılan müesseseleri, sebât edip ciddi çalışırsak,tâmir edebiliriz. Fakat, Allah korusun, eğer âile yıkılırsa, kat’iyyen bir daha düzeltilemez. Düzeltilir diyenin, hayan kadar aklı yoktur. Ve bu inkilâbı, isteyenin eline de sonunda kötü bir sıfattan başka bir şey geçmez.’ der.
 
Sözünün eri adam..
Onun gençlere örnek olacak bu sarsılmaz şahsiyeti yapan özelliklerinden biri sözünün eri olmasıdır. Bu başlık ile Âkif’in modelliği ele alınır.
 
Âkif’e göre insanın kıymeti ‘söz’üne verdiği değerden belli olur. Sözünde durmayanlara insan gözüyle bakmaz. Bir arkadaşı kendisini hava yağmurlu olduğu için bekletince; “Bir söz, ya ölüm, yahut ona yakın bir felâkette yerine getirilmezse,ancak o zaman mâzur görülebilir.’ diyerek, onunla altı ay küs kalmıştır.

 
Yine aynı bölümde Âkif;  “Müslümanın diyen fertlerin Müslümanca yaşamaları,onların bulundukları yer Müslümanca idare olunmalı ve bütün dünyadaki Müslümanlar kardeş olmalı…ki bu kuvvetler,kudretler,paralar,silahlar bir işe yarasın” diyerek birlik ve beraberlik ilacını ümmetin hastalıklı kalplerine şifa olarak dağıtır. Müslüman olmanın ciddiyetinden bahsederken, İslam’ın ciddiyet ve samimiyet dini olduğunu vurgular.
 
Nasıl bir gençlik...
 
‘Gençlere Hitab’ başlığı altında nasıl bir gençlik hayal ettiğini ifade eden Âkif’in zihin dünyasında model gençlik olan ‘Âsım’ oluşur. Safahat’ta yer alan ‘Âsım’ şiiri üzerinden Âkif gençlere nasihatler ederek,onların ruh dünyalarında derin çığırlar açmıştır.
 
Âkif’e göre Âsım gençliğinin ruh yapısı;
-iman eden, bütün gayretiyle çalışan, sonunda eline geçeni hoşnutlukla karşılayandır.
-Tembellik, hazıra konmak, hırs ve kıskançlığın kendisinden uzak olduğu kişidir.
- Bir milletin yükselmesi ve geleceğini kurtarması için, gençlerin iki kudrete sahip olmaları lazımdır. Bilgi ve ahlak. Bu ikisini elde etmek için çabalayan kişidir.
-İslâm ahlakını Batı fennine harmanlayarak ilme maya çalandır.
-İlk ve hakiki düşmanımızın cehâlet olduğunu bilendir.
-Âsım genci en son ilmi gelişmeleri takip edip öğrenmeye gayret gösterendir.
- Yeise ve ümitsizliğe düşmeyendir. Son nefesini kadar azimli ve mücadeleci adamdır.
-Ölüler dini değil, diriler dini olan İslam’a kucak açan, İslam’ı kucaklayandır.
-Bütün zaman ve insanları kucaklayan bir ahlaka sahip olandır.
- Âsım genci ailesine bağlı,sevgi dolu,sorumluluk sahibi olandır.
 
Bilgisiz ahlak, miskinlik ve zayıflığa; ahlaksız bilgi ise milletlerin ruhunun zehirlenmesiyle sonuçlanacak felâketlere sebep olurlar. Mehmed Âkif son nefesine kadar davasına sadık kaldı. Müslüman gençlere içinde bulundukları neslin modelleri olma yolunda öncülük etti. Birlik ve beraberlikten yana oldu. Gençlere son bıraktığı mısralar ile bu ilim ve ahlak mirasını omuzlamayı, öncü ve önderlerden olarak, bu din-i ilâhiyeyi kucaklamayı vasiyet etti.
Onun bıraktığı bu kutlu mirasa kucak açan tüm gençleri Âsım genci olarak gördü. Ve Safahat’ın her bir mısrâsını o genç nesle, o neslin ruhuna armağan etti.
 
‘Görür müyüm diye karşımda Müslüman yurdu,
Bütün diyarını gezdim,ayaklarım durdu..
Yabancı sesleri geldikçe reh-güzârımdan,
Hep inkisâr-ı emel taştı rûh-i zârımdan!
Vatan-cüda olayım sinesinde İslam’ın?
Bu âkibet, ne elim intikamı eyyâmın!
Benim ki yaşlıyım artık düşük kolum, kanadım;
Bu intikamı çalışsın da alsın evlâdım.’ (Safahat,beşinci kitap:Hatıralar,El-Uksur’da,s.284)
 
‘İyilerin tembelliği kötülerin fa’aliyetidir.’  diyen Âkif’i anlamanın yolu onun ufkunun derinliğini ortaya koyan ‘Safahat’ında gizlidir. Âkif bu ümmetin yüz akı,gönül aydınlığı, ümmetin manevi kurtuluşunun emekçisidir. Ona bir teşekkür borcumuz vardır. Bu borcu ödemenin bigane yolu onun hayalinde ki abid, alim, arif, Âkif, Âsım  gençler yetiştirmektir.

Serdar Tuncer Asımın nesli KLİP Çanakkale şehitler


Asımın nesli nedir Mustafa Armağan




Mustafa Armağan'dan Asımın Nesli Tarifi....

Mehmet Akif Ersoy ve Asım'ın Nesli



Osmanlı Devletinin çöküş sürecine girdiği ve durumun gittikçe kötüye gittiği açıkça fark edildiği zaman sanatçıların, edebiyatçıların, bilim adamlarının ve düşünürlerin "Osmanlı nasıl kurtulur?" sorusuna cevap aradıkları ve üç temel çözüm reçetesi ileri sürdükleri bilinmektedir. Bunlar: İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılıktır.
İslamî düşünce ve yaşam tarzını ön plana çıkaran Mehmet Akif Ersoy toplumu ayakta tutan dinî değerlerin erozyona uğradığı kanaatindedir. Dolayısıyla Osmanlının kurtulabilmesi için öncelikle hurafelerden arınmış İslamî bir anlayış ön plana çıkarılmalı ve halkın vurdumduymazlık, tembellik, cahillik ve korkaklıktan arındırılması sağlanmalıdır. Osmanlı bilim ve teknolojide geri kaldığı için gerilemiştir. Bu sebeple Batının öncülüğünü yaptığı ilmî gelişmelere vakit kaybetmeden hemen ayak uydurmak gerekir. Fakat onların ahlakı, kültürü, âdeti ve gelenekleri asla benimsenmemelidir. Öte yandan Osmanlıyı oluşturan farklı etnik gruplar bağımsızlık arzusuyla çeşitli yörelerde, özellikle Balkanlarda isyanlar çıkarmakta, böylece onlar Hıristiyan-Batının rüyalarını süsleyen Osmanlının yok olması arzusuna hizmet etmektedirler. Akif'e göre bu yapı içerisinde Müslüman halkları İslam dini çerçevesinde, Hıristiyanları ise Osmanlılık ruhunda birleştirmek gerekmektedir. Bu bağlamda onun kısmen Osmanlıcılık fikrine de sıcak durduğu söylenebilir.
Batıcılık akımına gelince burada çözümün Avrupalılaşmak olduğu hususunda ısrar edilmektedir. Özellikle Tevfik Fikret bu fikrin öncülerinden birisidir. Ona göre Batı ilerlerken Osmanlı sürekli gerilemiştir. Şu anda Avrupa her açıdan üstünlüğü temsil etmektedir. O halde tek çıkar yol sadece teknolojik alanda değil, kültür dâhil her alanda Batılılaşmaktır. İşte bu noktada Mehmet Akif ile Tevfik Fikret'in ciddi biçimde farklılaştığı görülür. 
Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden Ziya Gökalp ise meseleyi Türk dünyası açısından değerlendirmekte ve Turancılık fikrini işlemektedir. Gerçi o, "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" isimli çalışmasında kurtuluşun hem Türk milletinden, hem Muhammed ümmetinden hem de Avrupa medeniyetinden olmakla sağlanabileceğini belirtmektedir. Ancak onun temel vurgusu Türklük olduğu için ezanın ve Kur'an'ın Türkçeleştirilmesi, böylece halkın duyduğunu ve okuduğunu anlaması, neticede İslam'ın Türklük kapsamında yorumlanması arzulanmaktadır. Mehmet Akif bu fikre de karşıdır. Bu noktada Akif'in Türklüğü, dolayısıyla ırk ve milliyet kavramlarını reddetmediğini, ancak Osmanlıyı dağılmaktan kurtarmak için bunları yeterli görmediğini söylemek gerekir. Esasen onun karşı olduğu husus kavmiyetçiliktir. Zira Hıristiyanlar kendi kavmiyetçiliklerini ön plana çıkararak Osmanlıdan kopmuşlardır. Bu sebeple eğer resmi siyaset kavmiyetçilik üzerinden şekillenirse devlet daha da küçülecek ve geri dönülemez bir çöküşe maruz kalacaktır. Anlaşılan Osmanlı devleti yıkıldıktan ve Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Akif bu fikirlerinde revizyona gitmiş ve "Özü sağlam, sözü sağlam adam ol ırkına çek", "Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celal" vb. ifadelerle adeta Türk-İslam sentezcisi bir düşünceye doğru kaymıştır.
Mehmet Akif'in gerek kişisel dinî yaşantısı ve din algısı, gerekse dinin bireysel ve toplumsal hayattaki yeri ve değeri ile ilgili görüşlerini hem Safahat'ında yer alan şiir ve manzumelerinden hem de Sebilu'r-Reşat'taki nesirlerinden çıkartabilmek mümkündür.
Mehmet Akif dürüst kişiliği, ahlakı, karakteri, İslamî duyarlılığı, millî değerlere bağlılığı ile ön plana çıkmış bir kişiliktir. Onu istiklal savaşımızın hemen her safhasında halkı bilinçlendirmek için kürsüde vaaz eder bir halde bulmaktayız. "Doğduğumdan beridir aşığım istiklale, bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale" derken Türk milletinin tam bağımsız olmadan yaşayamayacağını açıkça haykırmaktadır. İşte bu noktada onun Müslüman Türk gencinin nasıl olması gerektiği üzerinde durduğunu görmekteyiz. Burada o, ideal bir gençlik arzulamakta ve bu gençliği "Asım'ın nesli" diye adlandırmaktadır.
Asım Kimdir?
Safahat'ın altıncı bölümüne de ismi verilen Asım aslında Köse İmam'ın, yani Ali Şevki Hoca'nın oğludur. Köse İmam ise Akif'in babası Tahir Efendi'nin eski bir öğrencisidir. Akif onu çok sevmekte ve sosyal sorunlar, siyaset, din, ahlak, kişilik, vatan sevgisi, tarih şuuru, teknolojik ilerleme, bilim, medeniyet vb. hususlardaki fikirlerini Asım'la özdeşleştirmektedir. Bu sebeple edebiyatımızda Asım, Mehmet Akif'in manevî oğlu olarak bilinir. 
Safahat'ın Asım kısmı incelenecek olursa, onun nasıl bir gençliği temsil ettiği daha rahat anlaşılabilir. Asım'da dört kişi, yani Hocazâde (Mehmet Akif), Köse İmam (Ali Şevki Hoca), Asım (Köse İmam'ın oğlu) ve Emin (Akif'in oğlu) arasında geçen konuşmalar yer almaktadır. Aslında Emin'in konuşmada aldığı rol pek azdır. Asım'ın konuşmaya katılması da eserin sonlarına doğru gerçekleşir. Asıl söyleşi Hocazâde ile Köse İmam arasındadır. Eser manzum hikâye tarzında konuşma üslubuyla kaleme alınmıştır. Akif'in belirttiğine göre konuşmalar I. Dünya Savaşı olanca hızıyla devam ederken ve Fatih yangınından önce Hocazâde'nin Sarıgüzel'deki evinde geçmektedir.
Eserin özeti şu şekildedir:
Köse İmam hocasının (Tahir Efendi) oğlunu (Akif) ziyarete gider. Bu iki arkadaş enfiye çeker, çay içer. Söz Akif'in babasından açılır. Tahir Efendi kendini yetiştirmiş ve geliştirmiş iyi bir insandır. Ama oğlu tabir-i caizse "zübbe"dir. Bu sebeple de hiçbir işte gereği gibi başarılı olamamıştır. Köse İmam onun şiirle uğraşmasından hoşlanmaz. Zira şairler eyyamcıdır. İyi gün dostudur. Gününü gün edip yaşamaya çalışır. Üstelik onlar edebiyatı da edepsizleştirmişlerdir. Bir de tasavvuf adıyla dünyanın boş olduğunu söylemişler, rakı ve şarap peşinde koşmuşlardır. Hem ehl-i tasavvuf hem de şair olarak Sadi, Attar ve Süleyman Çelebi bu söylenenlerden istisnadır. Esasen Hocazâde'ye (Akif) şair diyen de yoktur. Ona kimileri "mevlitçi", kimileri "bidatçi" kimileri de "baytar" demektedir. Sohbet devam ederken çaylar gelir, fakat şeker olmadığı için çaylar üzümle içilir. Söz savaşa gelir dayanır. İngilizlerin aç gözlülüğü şiddetli bir biçimde eleştirilir. Bu arada Köse İmam oğlu Asım ile ilişkili bir hususta Hocazâde'ye dert yanmak ister, lakin önce anlatacağı bir başka konu vardır hemen ona geçer. Köse İmam semtlerine emekli bir paşanın yerleştiğini, bunun kimde satılık bir mal varsa hemen kapattığını, beleşten sekiz ev, dört arsa sahibi olduğunu aktarır. Bu adam bir gün Köse İmam'a gelerek hanımını boşayıp hizmetlisi Eleni ile evlenme ilmühaberi yazdırmak ister. Köse İmam bu teklifi kabul etmez, fakat zaman o kadar kötüdür ki parayı gören hemen ona ilmühaber yazıverir. Neticede emekli paşa hanımını boşar ve Rum kızıyla evlenir. Tüm malını mülkünü de onun üstüne yapar. Hocazâde ile Köse İmam bir olup mahkemeye durumu bildiren bir dilekçe yazarlar.
Manzumenin devamında Köse İmam vaziyetin çok kötü olduğunu, kendisinin de bunaldığını aktarır. Hocazâde ise bir kır düğünü tasviri yapar ki, burada halkın yaşadığı sıkıntılar, yokluklar, sefillikler, ahlakî ve dinî erozyon göz önüne serilir. Halbuki 30-40 yıl öncesi işler daha farklıydı diye yakınan Hocazâde'ye Köse İmam; "Geçmişe mazi derler, sen gelecekten haber ver" der. Bunun üstüne Hocazâde Ramazanda oruç tutmamak için sefere çıkan "Kır Ağasının Rüyası"nı anlatır. Aslında rüyada görülen şey o kadar bulanık ve o kadar belirsizdir ki, bu durum tam da milletin içinde bulunduğu hali yansıtmaktadır.
Köse İmam yaşananlardan ziyadesiyle şikâyetçidir. Millet kötürüm olmuştur. Ayağa kalkamamaktadır. Kalkanların da gittiği yer belli değildir. Bugünkü nesil sarıklı birini görse onu hemen "ıskatçı", "çerçi" ve "leşçi" diye aşağılamaktadır. Bu şu anlama gelmektedir: Geleneksel değerlere sahip çıkanlar dışlanmaktadır. Bunun üstüne Hocazâde; "Siz de o sağmal ineği asırlardır sağdınız." itirazında bulunarak bir kısım hacının hocanın gerçekten de menfaatperest olduğunu vurgular. Konuşma bu noktaya gelince Osmanlı Devletinde uzun yıllar tartışılan mektep-medrese ikiliği gündeme gelir. Köse İmam medreseyi, Hocazâde ise medresenin ıslah edilmesinin gerekliliğini savunur. Aslında Hocazâde medresenin köylüye yaptığı hizmeti inkâr etmemektedir. Köse İmam'ın ağzından sistemin nasıl tıkandığını, eğitimde nasıl bir ikilik yaşandığını göstermeye çalışır. Hocazâde Konya'da yaşanan bir hadiseyi nakleder. Köylüler öğretmeni köyden kovmuşlardır. Çünkü öğretmen köylüye yabancı durmaktadır. Namaz kılmamakta, oruç tutmamakta, gusül abdesti almamaktadır. Aslına köylünün isteği pek fazla değildir. Köyü için bir mektep bir de yol talep etmektedir. Bu onun bilgiye ve okumaya çok fazla değer verdiğini gösterir. Fakat bu tür öğretmenlerin elinde okumaktansa çocuğunun cahil kalmasına razıdır. Köse İmam köylünün kanaatini paylaşmaktadır. Köylüyü kimin adama edeceği meselesine gelince Köse İmam sırasıyla önce "medrese" sonra "mektep" der. Hocazâde ise her iki eğitim kurumunda da bir hayır kalmadığı, bunlarla işin yürüyemeyeceği düşüncesindedir. Gerçektende medreselerin enkazından mektepler kurulmak istenmiş, fakat bu hususta pek başarılı olunamamıştır. Köse İmam: "Yıkmak kolaydır, lakin yapmak zordur." diyerek gereğince düşünmeden, üstünkörü bir şekilde gerçekleştirilen değişim ve dönüşüm çabalarını açıkça, bu arada inançsızlık ve kayıtsız şartsız Batıcılık anlayışını üstü kapalı bir şekilde eleştirince Hocazâde onu sakacıktan "mürteci" diye nitelendirir. Bunun üzerine Köse İmam şöyle der:
"Zulmü alkışlayamam, zalimi asla övemem; 
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. 
Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım... 
—Boğamazsın ki! 
—Hiç olmazsa yanımdan kovarım. 
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam; 
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. 
Dolduğumdan beridir âşığım istiklale; 
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale. 
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyumun 
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum. 
Kanayan bir yara gördün mü yanar ta ciğerim. 
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim, 
Adam aldırmada geç git diyemem aldırırım. 
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.
Bu dizeler aslında Akif'in kendi kanaatleridir. Fakat o bunu Köse İmam'ın ağzından aktarır. Aslında burada Asım'ın neslinin nasıl olması gerektiğinin ilk ip uçları da ortaya çıkmaktadır. Buna göre Asım öncelikle tarihiyle, kültürüyle, toplumuyla ve diniyle barışık olacaktır. Bunlarla birlikte o ürkek, korkak ve çekingen değil, mücadeleci bir karakter gösterecektir. Dahası Hıristiyan Batının baskı ve tahakküme karşı milletin ve dinin istiklâlini savunacak, namusunu koruyacak, gerekirse bunlar için canının bile feda edebilecektir.
Köse İmam ile Hocazâde arasındaki konuşma olanca hızıyla devam ederken, pek çok konu işlenmekte, arada fıkralar anlatılmakta, espriler yapılmaktadır. Türkçülük akımı da eleştirilerden nasibini almaktadır. Osmanlıcılık-İslamcılık fikrini politik alanda hayata geçirme projesinin mimarı II. Abdulhamid'in istibdadı eleştirilir. Halkın İslamî yaşantısı da bin perişandır. Yaşanan dini İslam'la bağdaştırmak oldukça güçtür. Bununla birlikte Köse İmam'a nispetle Hocazâde geleceğe daha iyimser ve umutlu bakmaktadır. Çünkü eğer Kur'an doğru dürüst anlaşılıp yaşanabilirse sıkıntıları aşmak daha kolay bir hal alacaktır. Hocazâde bunu şöyle özetler:
"Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı, 
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı. 
Kuru dava ile olmaz bu, fakat ilim ister 
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster? 
... 
Beşerin hakka refik olmak için vicdanı 
Beşeriyetle birlikte yürümektir şanı, 
Yürümez dersen eğer, ruhu gider İslam'ın; 
O yürür, sen yürümezsen ne olur encamın."
Burada da Asım'ın neslinin Kur'an'ı hurafelerden arınmış bir şekilde anlaması, bu anlamanın statik değil, gelişen bilgiyle yoğrularak dinamik bir karakter arz etmesi istenmektedir. Asım Kur'an'a sadık, İslam'a gönülden bağlı olmalıdır. Ama Kur'an sadece mezarlıklarda ölülere rahmet için ya da fal tutmak için okunmamalıdır. Kur'an'ın gayesi insanları hidayete erdirmekse onun bir yaşam şekline dönüştürülmesi gerekmektedir. İşte bu noktada genelde İslam dünyasının, özelde Osmanlı devletinin geri kalmasında dinin ne kadar etkili olduğu tartışması tezahür etmektedir. Batıcıların büyük bir kısmı geri kalmanın asıl sebebi olarak İslam'ı gösterirlerken Akif bu hususta Kur'an'ı anlamamak ve İslam'ı yaşamamak başta olmak üzere cahillik ve tembellik üzerinde durur. Buna göre Asım'ın nesli Kur'an'ı doğru dürüst anlamak ve hakkıyla yaşamak zorundadır.
Köse İmam ile Hocazâde arasındaki konuşma devam ederken toplumsal kurtuluş için Hz. Ömer'in adaleti ön plana çıkarılır. (Esasen Mehmet Akif "Kocakarı ile Ömer" isimli manzumesinde bu hususu açıkça ilan etmektedir.) Ancak gerek II. Abdülhamit gerekse ondan sonra yaşananlar Köse İmam'a göre iç karartıcı gelişmelerdir. Hocazâde ise Asım'ın nesline güvenmektedir. Hatta Hocazâde Köse İmam'a; "Bugünlerde oğlanın yaptıklarına fazlaca kızdığın için ona haksızlık ediyorsun." diyerek Asım'ı savunur. Çünkü istikbal Asım'ın nesline boyun eğecektir. 
Köse İmam Hocazâde'ye Asım ile ilgili bazı şikâyetlerde de bulunmaktadır. Bu noktadan sonra konuşmalar şu şekilde devam eder:
Köse İmam'ın aktardığına göre Asım oruçla alay edenleri dövmüştür. Bu sebeple o, Hocazâde'den Asım'a nasihatte bulunmasını ister. Kendisinin oğluna söylediklerini ve onun bunlara nasıl cevap verdiğini anlatır. Zira Asım meyhaneleri basmakta, kumarbazları tehdit etmekte, gece toplanıp cümbüş edenleri hırpalamaktadır. Köse İmam ise tüm bunların onun görevi olmadığını söyler. Babasının naklettiğine göre Asım kendini şu şekilde savunur: İnsanlar aç ve yoksulluktan bin perişanken meyhanelerde, kumarhanelerde yapılanlara nasıl göz yumulacaktır? Cümbüş yapanlar efendice eğlenseler kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Fakat onlar komşuların matemine, "Susunuz!" ihtarına uymamaktadırlar. Dahası Asım kumarbazlardan zorla para almakta ve öksüzlere dağıtmaktadır. Hatta o, daha ileri giderek Bab-ı Aliyi basmayı planlamaktadır. Babası (Köse İmam) Asım'ın kendini bu şekilde savunmasını haklı bulmaz ve "Memlekette huzurun kaba kuvvetle değil, kanunla gerçekleşebileceğini" söyler. İşte bu noktada Köse İmam oğlunun bu deli düşüncelerden vazgeçmesi için Hocazâde'nin Asım'a nasihatte bulunmasını ister. Bu sırada Emin, Asım'ı getirir, Köse İmam dışarı çıkar.
Hocazâde Asım'ı karşısına alır, önce biraz edebiyattan konuşurlar. Sonra hafifçe Köse İmam'ı çekiştirirler. Ama Hocazâde'nin Asım'a asıl söyleyecekleri başkadır.
Hocazâde Muhammed Abduh ile Afganî arasındaki bir tartışmayı Asım'a aktarır. Olay şu şekildedir: Afganî öğrencisi Abduh'tan hızlı bir şekilde inkılâp yapılmasını istemektedir. Zira artık nazariyatla uğraşma devri geçmiştir. Abduh ise yeni bir medrese kurmayı, buradan yetişecek yeni Cemalattin Afganilerin çeşitli yerlere gönderilerek önce zihniyette inkılâp yapılması taraftarıdır. Afganî bunun 20 yıl alacağını, hâlbuki kendisinin 20 gün beklemeye tahammülü olmadığını söyler. Fakat Abduh bu düşüncede değildir.
Hocazâde bu olaydan bir ders çıkararak der ki;
"İnkılâp istiyorum ben de, fakat Abduh gibi... 
Yoksa, ellerde kör alet efeler tertibi, 
Bab-ı Alileri basmak, adam asmakla değil, 
Çek bu işten bütün ihvanını, kendin de çekil."
Bunun için Asım vakit kaybetmeden hemen Avrupa'ya tahsile gitmelidir. Doğuyu uyandırmak ve kalkındırmak için Avrupa'nın bilimini öğrenmelidir. Gençlerin beyni Avrupa'nın müspet bilimlerini Doğuya aktaran kanallar haline dönüşmelidir. Neticede Asım ikna olur ve öğrenimini tamamlamak üzere Berlin'e gitmeye söz verir. Çünkü milletin ikbali için hem fazilet hem de marifetin birlikte bulunması gerekir. Yani hem İslami kültüre sahip çıkılacak hem de Avrupa'nın bilim ve teknolojisinden uzak durulmayacak.
Mehmet Akif manevi oğul edindiği Asım'ı sevmekte ve beğenmektedir. Hedeflerini ve yetiştirmek istediği nesli onunla sembolleştirmektir. Bu sebeple de o, Asım'a ziyadesiyle güvenmektedir. Asım ise özellikle Çanakkale Savaşı'nda onun bu güvenine layık olduğunu açıkça göstermiştir.
"Asım'ın nesli diyordum ya... nesilmiş gerçek 
İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek."
Asım'ın nesli Çanakkale'de muhteşem bir destana imza atmıştır. Şanlı Türk tarihinin altın sayfalarına öylesine muazzam bir zafer daha eklenmiştir ki, Hz. Peygamber bu zaferi kendisine armağan edenleri kucağı açık bir halde beklemektedir. Bu durum Akif'i daha da ümit var kılmaktadır.
Asım'ın neslinin hem savaşlarda gösterdiği üstün başarı, hem de ilim ve İslam'la yoğrulmuş zihinsel yapısı tarihte yaşanan ihtişamlı günlere yeniden geri dönüşün müjdecisidir. Ancak bu yol oldukça meşakkatli ve çok çalışma isteyen bir yoldur. Tevekkül etmek tembellik yapmak değildir. Eğer ecdat böyle düşünseydi şimdi elde ne vatan kalırdı ne de din. Azim ile çalışmak, ümitsizliğe kapılmamak, Allah'ın yardımından ümit kesmemek, Kur'an'ı benliğe sindirerek yaşamak, Avrupa'nın kötü olan örfünü, inancını ve ahlakını değil, sadece ilmini almak Asım'ın temel vazifesidir.
Türk edebiyatında dine bağlı modernleşme düşüncesini Asım'ın şahsında ortaya koyan Mehmet Akif'in hemen hemen tam karşısında yer alan Tevfik Fikret ise oğlu Haluk'a "Avrupa'ya gitmesini ve orada ne bulursa almasını" tembihlemektedir.
Akif'in Asım'ı zulme ve emperyalizme karşı çıkarken, dinî ve kültürel değerleri öncelerken, Batının sadece ilmini alırken, üstelik bunu Doğunun uyanması ve kalkınması için yaparken kimliği, kültürü ve tarihiyle barışık bir genç portresi çizmektedir. Ancak Tevfik Fikret'in Haluk'u Batı kültüründe ne bulduysa aldığı için sonunda İslam dininden de vazgeçerek Hıristiyan olmuştur. Yani irtidat etmiştir. Batı'nın bilgisini doğuya taşıyamadığı gibi, kendi kimliğine ve kültürüne de bütünüyle yabancılaşmıştır. Üstelik ne I. Dünya Savaşında ne de Kurtuluş Savaşında sesi sedası çıkmamıştır. Sorgusuz sualsiz Batılılaşmak sadece Müslümanlıktan değil, Türklük başta olmak üzere sosyo-kültürel değerlerden de vazgeçmeyi beraberinde getirmiştir.
Özetle Akif Asım'ın nesli derken iman, irfan, fazilet ve bilgi ile donanmış; karakterli, ahlaklı, kişilikli; vatanına, milletine ve dinine sahip çıkan, dahası bunları yüceltmek için tüm imkânlarını seferber eden bir gençliğin hayalini kurmaktadır.
Yararlanılan Kaynaklar
Alperen, A. (2003). Sosyolojik Açıdan Türkiye'de İslam ve Modernleşme: Çağımız İslam Dünyasında Modernleşme Hareketleri ve Türkiye'deki Etkileri. Adana: Karahan Yay. 
Ersoy, M. A. (2007). Safahat. İstanbul: Boğaziçi Yay. 
İmamoğlu, A. (1996). Mehmet Akif ve İnanan İnsan. İstanbul: Ulusal Kitap 
Sarıhan, Z. (1966). Mehmet Akif. İstanbul: Kaynak Yay. 
Şengüler, İ. H. (1990-1992). Açıklamalı Mehmet Akif Külliyatı. İstanbul: Hikmet Neşriyat. 
Tansel, F. A. (1991). Mehmet Akif Hayatı ve Eserleri. Polat Ofset. 
Timurtaş, F. K. (1962). Mehmet Akif ve Cemiyetimiz. İstanbul: Yağmur Yay.